Anatoliy T. Fomenko, Gleb V. Nosovskiy
UNUTULMUŞ YERUŞALEM
(Yeni Kronoloji’nin Işığında İstanbul)

A.İ. Lızlov’un “İskit Tarihi”nden alınmış Türk Sultanlarının Sarayının Tarifi” Ekiyle.oji.

BÖLÜM 1: İSTANBUL

3. Büyük Aya Sofya Bazilikası Yeruşalem’deki Süleyman Tapınağı’dır.

 

3.1. Büyük Aya Sofya Bazilikası, Küçük Aya Sofya Bazilikası ve Aya İrini Kilisesi

 

Bugün İstanbul’da bulunan Aya Sofya Tapınağı, ilk olarak, şehrin en eski ANA tapınağı değildir. İkincisi, onu Büyük Aya Sofya Kilisesi olarak adlandırmak daha doğrudur, çünkü onun yakınında, hipodromun karşı tarafında çok daha küçük boyutta bir başka tapınak bulunmaktadır, ismi Küçük Aya Sofya’dır [90], s.71. Ama şu halde, çok yerinde bir soru ortaya  çıkıyor.  Şu  ya  da  bu  eski  metinde  Çar-Grad’daki  Aya  Sofya  kilisesinin  sözü edildiğinde bu iki Çar-Grad Aya Sofya tapınağından hangisi kastedilmektedir? Ne de olsa – Büyük Aya Sofya inşa edilmeden önce– Küçük Aya Sofya’nın, diğeri daha var olmadığı için “Küçük” olarak adlandırılmadığını, basitçe AYA SOFYA olarak adlandırıldığını düşünmek mantıklıdır. Bugün tarihçiler, Küçük Aya Sofya’nın Büyük Aya Sofya’dan DAHA GEÇ kurulmuş olduğunu sanmaktadır. JUSTİNİANOS ZAMANINDA kurulmuş olsa bile [90], s.71. Bizim yapılandırmamıza göre, durum tersidir. Önce Küçük Aya Sofya, ondan sonra, ancak XVI. yüzyılda Büyük Aya Sofya kurulmuştur. Kutsal Kitap’ta tasvir edilen Kral Süleyman’ın ismi, Aya Sofya’nın Bizans İmparatoru Justinianos’un emri üzerine inşa edilmesi–“yeniden kurulması” hakkındaki hikâyede ortaya çıkmaktadır. Hayranlık dolu Justinianos, Aya Sofya’nın inşasını bitirince güya “SÜLEYMAN, seni yendim” diye haykırmıştır [41], s.110.

Bugün Büyük Aya Sofya Topkapı Sarayı’nın duvarlarının dış tarafında bulunmaktadır. Sarayın duvarlarının içinde ise, Büyük Aya Sofya’dan birkaç on metre uzaklıkta, Konstantinopolis’in EN ESKİ ANA TAPINAĞI SAYILAN Aya İrini Kilisesi bulunmaktadır. Bu kilise, mimarisi açısından Büyük Aya Sofya’nın küçük ölçülerde yapılan versiyonuna çok benzemektedir, res.1.13. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu burna Boğaz’dan bakıldığında üzerinde İKİ KİLİSENİN, BÜYÜK SOFYA’nın VE İRİNİ’nin yan yana bulunduğu yüksek bir  tepe  görülmektedir.  Bunlardan  birisi  biraz  daha  büyüktür  –Büyük  Sofya–  ve  sarayın dışında bulunmaktadır. Diğeri ise daha küçüktür ama sarayın içindedir, Aya İrini Kilisesi.

Bugün Aya Sofya’nın etrafı gezildiğinde birkaç tuhaflık hemen göze çarpmaktadır.

 

3.2. Aya Sofya’da Neden Rötre İzleri Yoktur?

İlk tuhaflık kilisede belirgin şekilde toprağa batma izlerinin olmamasıdır. Tapınağın önünde   yapılan   kazı   duvardan   birkaç   metre   uzaktadır.   Dolayısıyla,   Aya   Sofya’nın duvarlarının toprağa batıp batmadığını görme imkânı yoktur. Tapınağın zemininin etrafında hendek kazılmamıştır. Aya Sofya’nın duvarları sıvalıdır. Bu yüzden, gerçekten toprağa batan diğer kiliselerdeki gibi pencerelerin ve kapıların, yükseltilmesi amacıyla yeniden örüldüğüne dair izlerin bulunup bulunmadığını söylemek güçtür. Sıvanın bulunmadığı yerlerde ise – duvarlarda böyle yerler var– toprağa batıştan ötürü hiçbir yeniden örme izi görülmemektedir. Bu arada sıva neden sürülmüştür? Mesela, yanında bulunan –ve daha eski olan!– Aya İrini Kilisesi sıvanmamıştır. Bunun dışında, Aya Sofya’nın çok alçak olan veya toprağa inen pencerelerinin bulunduğu görülmemektedir.

Bu bakımdan Aya Sofya, Aya İrini Kilisesi’nden ve Küçük Aya Sofya’dan kesin bir şekilde farklıdır. Mesela, Küçük Sofya Tapınağı bugün resmen ÇUKURUN DİBİNDE bulunmaktadır. İçine girilmeden, kapıya varılmadan önce aşağıya birkaç basamak inmek gerekiyor. Aya İrini Kilisesi de toprağa inmiştir ve neredeyse tüm çevresi YAKLAŞIK DÖRT METRE DERİNLİKTE kazılmıştır. Kazı fotoğraflarda iyi görünmektedir, res.1.14, res.1.15. Toprağın düzeyi res.1.15’te gösterilen fotoğrafın aşağı yukarı ortasından geçmektedir.

Bu durum anlaşılır. Eski yapılar gitgide toprağa iniyor. Bunun için yapıların duvarlarının,  toprağın  rutubetinden  ötürü  yıkılmaması  için  çevresinin  kazılması gerekmektedir. Bunun dışında kapıları, pencereleri vs. yeniden örmek, kaldırmak gerekmektedir. Eskiliğin bütün bu göstergeleri hem Küçük Sofya’da hem de İrini Kilisesi’nde iyi görülmektedir, res.1.14, res.1.15. İrini Kilisesi’nin toprağa inince doldurulup kapatılan pencereleri ve kapılarının izlerine dikkat ediniz. Doldurulup kapatılmayan pencereler bugün neredeyse toprak yüzeyi seviyesinde bulunmaktadır, res.1.14, res.1.15.

Büyük Sofya’da toprağa çökme izleri  yoktur. Mesela, res.1.16’da insan boyundan biraz  daha  yüksek  olan  pencerelerinin  alt  kısmı  görülmektedir.  Burada  toprağa  inen pencereler görülmemektedir. Elbette, Büyük Sofya’nın temelinin, tapınağın toprağa inmesini önlemek amacıyla, iyi yapılmış olması mümkündür. Ama bu durumda, Büyük Sofya’nın inşasına, inşaatçıların büyük binalar için kuvvetli temeller yapmayı öğrenmiş olduğu, gelişmiş

anıtsal  yapım döneminde başlanmış olduğu  anlaşılmaktadır. Bu durum,  Büyük Sofya’nın ancak XVI. yüzyılda kurulmuş olduğu yönündeki düşüncemiz ile iyi uyuşmaktadır. Gerçekten Türk tarihçisi Celal Esad şunu bildirmektedir: “(Büyük Sofya – Ç.N.) her bir kenarı 75 metre olan kare temelin üzerine kurulmuştur... Temelinin, 25 KADEM KALINLIKTAKİ TÜRDEŞ BETON TABAKASIYLA kaplı bir ağ tonoza konulması mecburiyeti doğmuştur” [41], s.110. Böylelikle, Büyük Sofya gerçekte devasa, derin bir temelin üzerine kurulmuştur. Hem de BETON KULLANIMI vasıtasıyla! Ve bizi bunun güya M.S. VI. veya hatta IV. yüzyılda yapılmış olduğuna temin etmek mi istiyorlar? Beton kullanımı da mı dâhil? Müsaade etsinler de bundan şüphe duyalım.

Olasılıkla, Büyük Sofya’nın altındaki tam da bu BETON yastık-levha, tapınağın girişinin önünde yapılan ve bugün turistlere gösterilen kazıda gözükmektedir. Bunun amacı, olasılıkla, Justinianos zamanında yanan “eski” Sofya’nın kalıntılarını –birkaç basamağı ve sütunların temellerini– inandırıcı bir şekilde göstermektir, res.1.17. Kazının dibinde Justinianos’un Sofyası’nın sundurmasının güya yüzyıllardır burada duran kalıntıları bulunmaktadır. Aynı zamanda, kazının duvarından inşaatçıların toprağa derince kazdığı bodrumların tonozlarının üzerinde  yatan beton  yastığın  ucunun  çıktığı  görülmektedir.  Bu yerde eski bir sundurmanın hiçbir kalıntısının bulunmadığı açıktır. Olasılıkla, bunlar daha sonraki bir dönemde özellikle “turistler için” konulmuştur.

 

3.3. Osmanlıların-Atamanların İlk Kiklopik İnşa Tecrübesi Olarak Aya Sofya

Bugün Aya Sofya muazzam bir taş kütlesidir. Dört yana dağılmakta olan tapınağın, duvarlarını bastırıp kubbesini tutturabilmek için ayaklar ve bina kanatları ile defalarca çevrelendiği görülmektedir. Bütün bunlar, bu denli dev yapıların inşasının henüz bilinmediği bir ilk tecrübe olduğu izlenimini oluşturmaktadır. Olasılıkla, Büyük Aya Sofya örneğiyle tecrübe ediniliyordu. Büyük Aya Sofya’nın taş kütlesi o kadar muazzamdır ki, şiddetli sıcakta bile tapınağın içinde soğuk egemendir. Aynı ölçülerde kurulan, ısı farkının çok daha zayıf hissedildiği diğer İstanbul camilerinin aksine, bu bina ısınmamaktadır. Büyük Sofya’nın iç görünümü res.1.18 ve res.1.19’da gösterilmektedir.

İstanbul inşaatçılarının, Büyük Sofya ile ilgili ilk tecrübeden sonra, büyük ve sağlam inşa yatkınlığını edinir edinmez bu tecrübeyi diğer devasa tapınakların inşaatına yönelttiği düşünülmelidir. Gerçekten, İstanbul’un eski kısmı, boyutu ve mimarisi Büyük Sofya’ya pek yakın olan dev camiler ile neredeyse kaplıdır. Ama bilindiği gibi, bu yapılar OSMANLI DEVRİNDE inşa edilmeye başlamıştır. Bütün bunlar XVI-XVII. yüzyıllarda kurulmuştur. Peki, o zaman ne oluyor? Skaliger kronolojisine inanıldığında, Çar-Grad inşaatçıları güya VI. yüzyılda veya hatta IV. yüzyılda muazzam Aya Sofya’yı kurduktan sonra rahatlamıştır ve Osmanlıların-Atamanların gelişi ile şantiyelere tekrar çıkıp mimari açıdan Büyük Sofya’dan neredeyse farkı olmayan tapınakların yığınsal inşaatına başlamak için AŞAĞI YUKARI BİN SENE BEKLEMİŞTİR. Bu pek mümkün değildir.

 

3.4. Değerli Taşlar Hakkındaki Efsane

Daha önce söylediğimiz gibi, Muhteşem Süleyman’ın 1550-1557 seneleri arasında yaptırdığı muazzam tapınağın Büyük Sofya olduğunu düşünmekteyiz. Hiç de, İstanbul’da bulunan ve Süleyman’a atfedilerek “Süleymaniye Camii” olarak adlandırılan cami değil. Kanımızca, bu cami çok daha sonraki bir dönemde kurulmuştur.

Süleyman’ın camiinin inşasıyla, bugün yarı efsanevi olarak kabul edilen çok güzel bir hikâye ilişkilendirilmektedir. Bu efsane şöyledir:

Cami inşa edilirken Acem Şahı, Süleyman’a değerli taşlarla dolu bir kutu göndermiştir ve ekindeki mektupta şunları yazmıştır: “Duydum ki, inşaatı tamamlamak için paranız yetmiyor... Bu taşları satıp inşaatı bir an evvel bitiriniz... Tanrının isteğine uygun olan bu işe katkı sağlamak isterim”. Mektup sultanı öfkelendirmiştir. (Mimara – Yaz.) şunu söylemiştir: “Camimin yapıldığı taşlara kıyasla bu taşların kıymeti yoktur... DİĞER TAŞLARLA KARIŞTIR BUNLARI”” [90], s.62.

Efsaneye göre, sultanın emri yerine getirilmiştir. Elbette, bu salt bir efsane olarak karşılanabilir. Mimarın değerli taşları inşa taş bloklarıyla karıştırmasının olası olmadığı ortadadır. Bugün Süleyman’a atfedilen caminin taştan yapılmış olduğunu ve içinin mermer ile kaplı olduğunu hatırlatalım. Ama Süleyman Tapınağı eğer Büyük Sofya ise, efsane aniden pek mantıklı bir hikâyeye dönüşüyor. Mesele şudur ki, Büyük Sofya’nın bütün iç yüzeyi değerli mozaikler ile kaplıdır. Yani çoklukla ALTIN ile kaplı veya farklı renklere boyanan küçük mozaik taşları ile kaplıdır. Bu taşların boyutları değerli taşların boyutları kadardır. Bu yüzden  değerli  taşların,  mozaiklerin  bazı  en  önemli  kısımlarında,  örneğin  en  çok  saygı duyulan görüntülerinde kullanılmış olması pek mümkündür. Altın ile kaplı küçük mozaik taşlarının arasına değerli taşların sokulmasında şaşırtıcı bir şey yoktur. Büyük Sofya’daki GÖRKEMLİ ALTIN MOZAİĞİN duvarlarda korunan kalıntıları, daha sonra yapılan sıva zaman içinde kalkmaya başladıktan sonra, bugün de görülmektedir. Hatta muazzam tonozlarının altın kaplamasının kalıntıları bugün bile derin bir etki yaratmaktadır.

Şimdi, Kutsal Kitap’ta tasvir edilen Süleyman’ın DA, TAPINAĞININ İÇ YÜZEYİNİ SAF ALTINLA KAPLATMIŞ olduğunu hatırlayalım. Kutsal Kitap şunu anlatmaktadır: “Tapınağın içini saf altınla kaplattı... TAPINAĞIN İÇİNİ TAMAMEN ALTINLA KAPLATMIŞ OLDU” (1. Krallar 6: 21-22).

Süleyman’a atfedilen caminin DUVARLARINDA bugün HİÇ ALTIN BULUNMAMAKTADIR. Büyük Sofya’da ise vardır. Hem de pek çoktur. Bazilikanın içi resmen altın ile kaplıdır. Celal Esad Büyük Sofya hakkında şunu yazmıştır: “Sütun başlıkları ve kornişleri ALTIN İLE KAPLIDIR, kubbesi ise ALTIN FON ÜZERİNDEKİ mozaik ile bezenmiştir... Taht, İÇİNE DEĞERLİ TAŞLAR EKLENEN ALTINDAN idi... Aynı anda ALTI  BİN  ALTIN  KANDİL  yanıyordu...  Yuvarlak  tabaklar,  taslar,  kupalar,  her  şey altındandı ve değerli taşlar ile bezenmişti... Procopius’un sözlerine göre, sunakta 40.000 libre GÜMÜŞ vardı... Ana kapı ALTINLA KAPLANMIŞ GÜMÜŞTEN idi” [41], s.112-113. XVIII-XIX. yüzyıllarda Büyük Sofya altın ihtişamının çoğunu yitirmiştir.

Bütün bunlar Osmanlı İmparatoru Süleyman’ın tapınağının ve Kutsal Kitap’ta tasvir edilen Süleyman Tapınağı’nın aynı tapınak olduğu ve bu tapınağın Çar-Grad’da, yani İncillerde tasvir edilen Yeruşalem’e pek yakın olan Büyük Aya Sofya olduğu yönündeki düşüncemizi dolaylı olarak doğrulamaktadır, bkz. bölüm 3. Bu arada, güya Kudüs’te bulunan Süleyman Tapınağı’ndan kalan çok mu altın ve değerli taş korunmuştur? Bize anlatılan; yüzyıllar, binyıllar, soyguncular, savaşlar, yangınlar, kötü Türkler. Altın yağmalanıp götürülmüştür. Değerli taşlar yok olmuştur. Olabilir. Ama bu zamana kadar bir muazzam tapınak vardır ki, Kutsal Kitap’ın tasvirlerine pek iyi uymaktadır. Bu, Çar-Grad’daki Büyük Aya Sofya’dır.

 

3.5. Neden Kutsal Kitap’ın Sinot Çevirisi Sunağı İç Oda (Davir) Olarak Ve Kiotu Sandık Olarak Adlandırmaktadır?

Kutsal Kitap’ın çağdaş Sinot çevirisinde Süleyman Tapınağı tarif edilirken İÇ ODA (Rusça çevirisinde DAVİR – Ç.N.) ve SANDIK kelimeleri sıkça kullanılmaktadır (I. Krallar 6-7).  Okuyucuda,  burada  çok  eski  ve  acayip  ama  elbette  Hristiyan  olmayan  bir  şeyden bahsedildiği izlenimi oluşmaktadır. Son derece ilginç olan şudur ki, Slav Kutsal Kitabı’ında, örneğin Ostrojskaya Kutsal Kitabı’ında [72] böyle KELİMELER hiç kullanılmamaktadır. Bunların yerine bambaşka kelimeler kullanılmaktadır. DAVİR kelimesinin yerine OLTAR, yani  ALTAR  (SUNAK)  kelimesi  geçmektedir.  Ve  SANDIK  kelimesinin  yerine  KİOT kelimesi kullanılmaktadır [72], (I. Krallar 6-7). Yani, Hristiyan tapınaklarına ilişkin olağan Hristiyanlık  terimleri  kullanılmaktadır  (buna  dikkatimizi  çeken  İgor  Krılov  idi).  Elbette, Kutsal Kitap vakanüvislerinin hem Orta Çağ Hristiyan hem de çok eski Yehuda tapınaklarını aynı kelimeler ile tarif ettiği söylenebilir. Ancak bu durum Sinot çevirmenlerini nedense hayli rahatsız etmiştir. Terminoloji birliğinin, okuyucuyu kronoloji tabiatlı olanlar da dâhil olmak üzere tehlikeli akıl yürütmelere yöneltebileceği korkusundan mı acaba?  Ne de olsa, güya eski Yehuda tapınağındaki Hristiyanlık terminolojisi gayet tuhaf görünmektedir.

 

3.6.  Kutsal  Kitap’ın  Sinot  Çevirisi  Neden  Süleyman  Tapınağı’nın  Tuğladan Yapılmış Olduğunu Saklamaktadır?

Eski Kutsal Kitap Süleyman Tapınağı’nın tuğlalardan yapılması kendiliğinden şaşırtıcı görünmemektedir. Musa’nın Tevratı’nda İsraillilerin Mısır’dan çıkmadan önce TUĞLA ürettiğinden bahsedilmektedir (Mısır’dan Çıkış 5:7-8). Ancak yapılandırmamıza göre, Tevrat, Mısır kelimesi ile Afrika’daki Mısır’ı değil, Rus-Orda’yı kabul etmektedir. Sonra, yukarıda söylediğimiz  gibi,  düzgün  şekilli  TUĞLA,  olasılıkla,  ancak  XV-XVI.  yüzyıllarda yaratılmıştır. Kutsal Kitap’ın çevirmenleri de, muhtemelen, bunu anlıyorlardı. Aksi halde şu gerçeği anlatmak güçtür. Kutsal Kitap’ın kanonik Sinot çevirisini Ostrojskaya Kutsal Kitabı ile karşılaştırdığımızda, Sinot çevirisinde Süleyman Tapınağı’nın inşasının tarifinde, inşaatın TUĞLALARDAN yapıldığına dair pek net göstergelerin “kamufle edilmiş” olduğunu keşfettik. Ostrojskaya Kutsal Kitabı’nda ise bu göstergeler net bir şekilde bulunmaktadır. Üstelik düzgün şekilli tuğlanın o zamanlarda yeni bir buluş olduğu ortadadır.

Kutsal Kitap’ın Sinot çevirisinin Süleyman Tapınağı’na ilişkin pek bulanık bir yeri ile başlayalım: “Tapınağın yapımında kullanılan taşlar taş ocaklarında YONTULMUŞTU. Onun için yapım halindeki tapınakta çekiç ve balta dâhil hiçbir demir aletin sesi duyulmadı” (I. Krallar 6:7).

Bunun hemen görülen sonucu, tapınağın inşa bloklarının biçiminin şaşılacak kadar doğru olmasıydı. Yani onları yontmaya ve birbirine uydurmaya bile ihtiyaç duyulmamıştı! Ama herhangi bir TAŞ ÇALIŞMASI, elbette, kesersiz yapılamaz. Uzaktaki bir taş ocağında ne kadar iyi kesilmiş olurlarsa olsunlar, taşların  yine de  yontulmaları  gerekmektedir. Ve burada böyle hiçbir şey yoktur. Elbette, bu durum Kutsal Kitap vakanüvisini şaşırtmıştır. Dolayısıyla, kendisi için bu tarz bir inşa yeni bir olay idi. Burada TUĞLA inşasının tarif edildiği izlenimi oluşmaktadır. Bu izlenimi bozan tek şey, tuğlanın Sinot çevirisinde YONTULMUŞ TAŞ olarak adlandırılmış olmasıdır. Tuğla yontulmamaktadır, kalıplanıp pişmektedir. Ostrojskaya Kutsal Kitabı’na bakalım.

 

Bu  parça  orada  şöyle  tarif  edilmektedir:  “Tapınak  YONTULMAMIŞ,  BİÇİMİ ZATEN AYNI OLAN taşlardan kurulurken, bu taşlar tapınağa getirildikten sonra tapınakta ne çekiç, ne keser, ne de diğer demir aletlerin sesi duyulmamıştır” [72], I. Krallar 6 (Meşhur Rus kaynağı Ostrojskaya Kutsal Kitabı’nın bir parçasının Türkçe çevirisini sunduk).

Yani tapınak YONTULMAMIŞ, AYNI BİÇİMLİ taşlardan inşa edilmiştir. YONTULMAMIŞ, AYNI BİÇİMLİ taş nedir? Büyük ihtimalle TUĞLADIR.

O zaman şantiyede “balta sesi”nin neden duyulmadığı anlaşılacaktır. Tuğla, bugün de yapıldığı gibi, çekiç ve keser olmadan konuluyordu. Sıra sıra, çimento vasıtasıyla birbirine bağlanarak. “Gürültülü” taş inşaatına alışmış olan Kutsal Kitap vakanüvisinin, kurulmakta olan Süleyman Tapınağı’nın etrafındaki egemen sessizlik yüzünden kalakaldığı açıktır. Yapılandırmamıza göre, bütün bunlar XVI. yüzyıldaki İstanbul’da geçmiştir. Yani Muhteşem Süleyman’ın  zamanında  Aya  Sofya  Tapınağı’nın,  yani  Büyük  Sofya’nın  inşa  edildiği dönemde. Hem de TUĞLALARDAN. Bugün de bulunduğu gibi. Duvarlarının örmesinde bazı yerlerde taş bloklar kullanılmıştır ama çoklukla tuğladan örülmüştür. Bu durum, duvarların sıvasız yerlerinde bugün de iyi görülmektedir, res.1.16. Büyük Sofya’nın kubbesinin de tuğladan yapılmış olduğu bilinmektedir: “Rodos adasından getirilen hafif TUĞLALARDAN yapılmış KOCAMAN KUBBE” [90], s.43. Ve sonra: “Bütün bu TUĞLALAR doğru sıra düzeninde yerleştirilmiştir” [41], s.111.

 

 

3.7. Süleyman Tapınağı’nın Etrafındaki İnşaat İskelesi

“Eski Çağ”da büyük binalar nasıl yapılmaktaydı? O zamanlarda inşaat iskelesinin kullanılmadığı, bunun daha geç zamana ait bir icat olduğu düşünülmektedir. Bunun yanı sıra, Aya Sofya Bazilikası’nın (üçüncü ve son defa) güya VI. yüzyılda Justinianos’un zamanında “fantastik şekilde kısa zaman içinde”, salt beş senede inşa edilmiş olduğu kabul edilmektedir [90], s.42. Yorumcular bu inşaat hakkında şunu açıklamaktadır: “O zamanda (VI. yüzyılda – Yaz.) var olan teknik donatım düzeyi ile on bin işçinin bu kocaman katedrali yalnız beş

senede  kurduğuna  inanmak  güçtür.   İnşaat  yapılırken  AHŞAP  İSKELELER  YERİNE Mısırlıların piramitleri kurarken kullandığı toprak setler kullanılmıştır” [90], s.42.

Elbette, inşaat iskeleleri olmadan bu inşa hızı “fantastik” gelebilir. Ama öyle mi? Aya Sofya’nın gerçekte XVI. yüzyılda kurulmuş olduğu düşüncesini ileri sürdük. Bunun için bu yapı inşa edilirken KUŞKUSUZ İNŞAAT İSKELELERİ kullanılmalıydı. Bu arada, düşünüldüğü gibi, bugün Süleyman’a hamledilen İstanbul’daki cami güya 1550 senesinden 1557  senesine  kadar  kurulmuştu,  yani  sadece  yedi  senede.  Bu  rakam  “Justinianos’un zamanında” Aya Sofya’nın inşa süresine yakındır.

Bu konuda Kutsal Kitap’ın ne söylediğine bakmak ilginç olacaktır. Yehuda Süleyman Tapınağı’nın etrafındaki İNŞAAT İSKELESİNDEN söz ediyor mu? Bunlar güya M.S. VI. yüzyılda henüz icat edilmemişse, herhalde M.Ö. X. yüzyıla ait çok derin Eski Çağ’da bunların lafı bile bulunmamalıdır. Kutsal Kitap’ın denetlenip düzeltilmiş Sinot çevirisinde, tahmin ettiğimiz gibi, Süleyman Tapınağı’nın etrafındaki inşaat iskelesi hakkındaki hikâyeyi aramak nafiledir. Şunu okuyoruz: “Dış duvarlara BİTİŞİK KATLAR tapınağın çevresini kapsıyordu. Her birinin yüksekliği beş arşındı. Bunlar sedir ağacından kirişlerle tapınağa eklendi” (I. Krallar 6:10).

Bütün tapınağa KİRİŞLER vasıtasıyla esrarengiz “bitişik katlar”ın nasıl eklenebildiği pek açık değildir. Tekrar Ostrojskaya Kutsal Kitabı’na bakılmalıdır. Bu Kitap’ta şunlar açıklanmaktadır: Tapınağın etrafına SEDİR AĞACINDAN BAĞLAMALAR YAPILMIŞTI, sonradan bu BAĞLAMALAR SÖKÜLMÜŞTÜ [72], I. Krallar 6. Bunun ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Bize göre, burada gayet kesin ve iki anlama gelmeyecek bir şekilde İNŞAAT İSKELELERİ tarif edilmektedir. Öğreneceğimiz gibi, sedir ağacından.

Kutsal Kitap’ta inşaat iskelelerinin anılması yapılandırmamız vasıtasıyla çok iyi açıklanmaktadır, çünkü İstanbul’daki Süleyman Tapınağı, yani Aya Sofya Katedrali XVI. yüzyılda, elbette, inşaat iskeleleri vasıtasıyla yapılmıştı. Bu arada, XIX. yüzyılda yaşayan Türk tarihçisi Celal Esad, İNŞAAT İSKELELERİNİN Aya Sofya’nın –güya VI. yüzyılda– restore edilmesinde de kullanıldığını bildirmektedir [41], s.116. Mamafih, gördüğümüz gibi, çağdaş yorumcular buna katılmadığı için, iskelelerin yerine toprak setlerin kullanıldığını iddia etmektedir [90], s.42. Herhalde Celal Esad haklıdır. Gereken tek şey, VI. yüzyılın yerine XVI. yüzyılın geçmesidir. Yani tarihin, üç kronolojik oynamadan birinin büyüklüğüne eşit olan aşağı yukarı bin sene yukarıya çekilmesi.

 

3.8. Süleyman Tapınağı’nın İnşaatında Çalışanlar Taşçı Mıdır, Oduncu Mu?

Bu  denli  büyük  bir  inşaatta  hem  taşçıların  hem  de  oduncuların  çalıştığı düşünülmelidir. Ama tapınak taştan olsaydı, elbette, müthiş miktarda TAŞÇIYA ihtiyaç duyulacaktı. Ve tapınak tuğlalardan kurulsaydı, inşaata hizmet edenler ağırlıklı olarak ODUNCULAR  olacaktı.  Tuğlanın  pişirilmesi  gerekmekteydi,  dolayısıyla  birçok  oduna ihtiyaç vardı. Bunun dışında inşaat iskeleleri için yine birçok tomruk gerekmekteydi. Ostrojskaya Kutsal Kitabı, Süleyman Tapınağı’nın inşası için gereken çeşit çeşit çalışmaları tarif ederken bir DAĞDA KESİM YAPAN İNSANLARIN en çok sayıda –seksen bin– olduğundan bahsetmektedir [72], I. Krallar 5:15. Sinot çevirisi ise burada “DAĞLARDA TAŞ KESEN 80.000 ADAM”ın olduğunu iddia etmektedir (I. Krallar 5:15). Ancak Ostrojskaya Kutsal Kitabı, bir başka yerde, 3. bölümün başlangıcında, pek net bir biçimde şunu bildirmektedir: “Dağda AĞAÇ kesen seksen bin adam” [72], I. Krallar 3. Yani DAĞLARDA ÇOK SAYIDA BULUNAN ve inşaat için gereken KERESTEYİ hazırlayan ODUNCULARDAN net şekilde bahsedilmiştir. Şimdi tablo gayet anlaşılır hale gelmektedir. Aşağı yukarı 80.000 oduncu, dağlarda, yığınla tuğlanın pişirilmesi için ve Süleyman Tapınağı’nın inşaat iskeleleri için kullanılacak keresteleri hazırlıyor.

 

Sinot çevirisi ise burada yine “dağlardaki taşçılar”dan söz etmektedir. Ayrıca, bu kısmı I. Krallar kitabının üçüncü bölümünden ikincisine geçirerek.

Kutsal Kitap’ın XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşayan redaktörler tarafından denetlenip düzeltilmesinin izleri ile tekrar karşılaştık. Galiba, “ahşap ve tuğla izlerini” titizlikle örtüp, yerlerine “taş” koymuşlar. Neden? XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşayan kronoloji uzmanlarının hatalı olarak Süleyman Tapınağı’nı yerleştirdiği Filistin’de, herhalde, seksen bin oduncuya birkaç sene boyunca iş sağlayacak kadar kereste bulmak zor olduğundan mı acaba? Ne de olsa, Ostrojskaya Kutsal Kitabı’nın verdiği tariften Süleyman Tapınağı’nın, ÇEVRESİNDE PEK ÇOK ORMANIN BULUNDUĞU bir şehirde kurulduğu açıklanmaktadır. Gerçekten, İSTANBUL’UN ETRAFINDA PEK ÇOK ORMAN VARDIR.

 

3.9.  XV-XVII.  Yüzyıllardaki  Türk  Sultanları  Aya  Sofya  Kilisesi’nde  Altın İkonların Arasında Dua Etmekteydi.

Bugün Müslüman mabetlerinde ve camilerde canlıların görüntüleri kesinlikle yasaktır. Bu yasağın çok eski zamanlarda oluştuğu ve Osmanlılar-Atamanlar Konstantinopolis’i fethettiğinde bu yasağa zaten uyduğu düşünülmektedir.

Bu açıdan Müslümanlar şiddetli ikon düşmanlarıdır. Bu durum, SON İKİ ÇAĞIN tarihinden iyi bilinmektedir ve bugün hiç kimsenin Müslümanlıkta BU DURUMUN HER ZAMAN ÖYLE OLDUĞUndan şüphesi yoktur. Ama bu doğru mu? Öyle ise, Sultan II. Mehmet’in 1453 senesinde Çar-Grad’ı fethedip birçok Hristiyan tapınağını camiye dönüştürdükten sonra bunların duvarlarını kaplayan çok sayıda ikonu ve resmi yok ettirmesini veya saklatmasını (mesela, sıva vasıtasıyla) beklemek doğaldır. İlk önce bunu yaparak Hristiyan  katedrallerini  Müslüman  camilerine  dönüştürmüştür.  Gerçekten  BUGÜN İstanbul’da Hristiyan tapınağından yapılandırılan herhangi bir camiye girdiğinizde, freskler, mozaikler veya diğer Hristiyan görüntülerini göremezsiniz. Bütün bunlar ya yok edilmiştir ya da  sıvayla  kaplanmıştır.  Ve  sıvanın  üzerine,  en  iyi  ihtimalle,  ya  bitkisel  ya  da  basitçe geometrik  bezemeler  çizilmiştir.  Örnek  olarak  bkz.  res.1.20.  Bu  resimde  eski  Hristiyan tapınağı  olan  Küçük  Aya  Sofya’nın  çağdaş  durumu  gösterilmektedir.  Bugün  bu  tapınak camiye  dönüştürülmüştür.  Duvarlarındaki  bütün  Hristiyan  görüntüleri  kaybolmuştur. Belirtilen açıdan, bugün Muhteşem Süleyman’a hamledilen cami epey mütevazıdır, res.1.21.

Şu soru ortaya çıkıyor: İstanbul’un tapınaklarındaki Hristiyan görüntüleri GERÇEKTE ne zaman sıvanmıştır? Mesela, BAŞ HRİSTİYAN KİLİSESİ olan Büyük Aya Sofya’dakiler?

Bu sorunun cevabı bilinmektedir. Bunun, hiç de okuyucunun olasılıkla düşündüğü gibi XV. yüzyılda, Konstantinopolis’in fethinden hemen sonra olmadığını açıklayalım. Aya Sofya’nın duvarları ancak ONYEDİNCİ YÜZYILIN ORTASINDA VEYA HATTA ONSEKİZİNCİ YÜZYILIN ORTASINDA ilk kez sıvanmıştır [102], s.20, [101], s.64. Bugün kök  salıp  yerleşen  önyargılar  açısından  ŞAŞIRTICI  olan  bu  olgu,  İstanbul  tarihçileri tarafından İYİ BİLİNMEKTEDİR. Ancak bu konuda hiç istemeyerek konuşuyorlar. Ama yine de KONUŞUYORLAR ve biz bunun için onlara minnettar olmalıyız. Aya Sofya Bazilikası tarif edilirken şunlar bildirilmektedir: “Aya Sofya’nın camiye dönüştürülmesi, binaya BÜYÜK SAYGI GÖSTERİLEREK yapılmıştır... Ambonun yerine kürsü ve dualar için mihrap yerleştirilmiştir... Ama HRİSTİYAN TAPINAĞININ İKONLARINA, İKONOSTATİSLERİNE VE MOZAİKLERİNE DOKUNULMAMIŞTIR (! – Yaz.); İNSAN GÖRÜNTÜLÜ BAZI MOZAİKLER BİLE KORUNMUŞTUR” [27], s.13.

Aya Sofya tapınağındaki tadilat ve diğer değişikliklerin kronolojik cetveline göre, İÇ HRİSTİYAN MOZAİKLERİ SIVA İLE ANCAK 1750 SENESİ CİVARINDA, yani ONSEKİZİNCİ YÜZYILIN ORTASINDA KAPLANMIŞTIR [101], s.64. Aya Sofya üzerine bir başka araştırma, “CANLILARIN GÖRÜNTÜLERİNİN KULLANILMASINA DAİR MÜSLÜMANLIK YASAĞINA KARŞIN O, (II. Mehmet – Yaz.) APSİTTEKİ BEBEKLİ MERYEM ANA’YI GÖSTEREN GÖRÜNTÜ DÂHİL BİRÇOK HRİSTİYAN MOZAİĞİNİ KORUMUŞTUR. BU MERYEM MOZAİĞİ ONYEDİNCİ YÜZYILIN İKİNCİ YARISINA KADAR SIVANMAMIŞ ŞEKİLDE KALMIŞTIR” diye iddia etmektedir [102], s.20. Mamafih, aynı kitabın denetlenip düzeltilmiş yeni yayınında [101] bu durum daha net açıklanmaktadır: “Bebek İsa ile Meryem Ana ve başmelekler I. MAHMUT’UN HÜKÜMDARLIĞI SIRASINDA SIVANMIŞTIR (1730-1754)” [101], s.43. Bunun yanı sıra, diğer bazı mozaiklerin XVII. yüzyılın başlangıcında, I. Ahmet’in (1603-1619) hükümdarlığı sırasında kaplanmış olduğu bildirilmektedir.

Meryem  Ana’yı  gösteren  bu  kayda  değer  Hristiyan  mozaiğini  res.1.22’de sunmaktayız. Altın, değerli taşlar. Hem de bunların, Büyük Sofya’nın eski altın görkeminin sadece önemsiz kalıntıları olduğunu tekrarlayalım.

Neyse, ON YILLAR BOYUNCA SULTANLARIN DUA ETTİĞİ Büyük Sofya Tapınağı’nın en azından XVII. yüzyılın başlangıcına, belki de daha geç bir döneme kadar HRİSTİYAN KİLİSESİ GÖRÜNÜMÜNÜ DEĞİŞTİRMEDİĞİ açık hale gelmektedir. Başka bir ifadeyle, İstanbul sultanları XVII. yüzyıla, belki de XVIII. yüzyıla kadar HRİSTİYAN TAPINAĞININ İÇİNDE DUA ETMİŞTİR! Bu durum Osmanlıların-Atamanların tarihi ile ilgili olarak bize temin edilen önyargılara hiç sığmamaktadır. Ama bizim yapılandırmamız ile pek güzel uyuşmaktadır. Buna göre, Osmanlılar-Atamanlar Türkiye’ye XV. yüzyılda Rus- Orda’dan gelmiştir. Bunlar Hristiyan’dı, Hristiyan tapınaklarında dua etmişlerdi ve Hristiyan ikonlarını sıva ile kaplamamışlardı. Bunların ayinlerindeki bütün değişimler –en azından ikon düşmanlığı ile ilgili olanlar– ancak XVII-XVIII. yüzyıllar arasında galip gelmiştir. Bu yüzden XVI. yüzyılda yaşayıp hüküm süren Sultan Muhteşem Süleyman, büyük ihtimalle, Hristiyan Tapınağı olacak Büyük Sofya’yı kurdurmuştur. Bizi bugün onun Aya Sofya Tapınağı’nda Hristiyan ikonları arasında dua ederken, son derece sert İslamî ve ikon düşmanlığı tarzında bir başka Müslüman tapınağını-camiini (“Süleymaniye Camii”) inşa ettirdiğine temin ediyorlar. Bir başka deyişle, büyük sultanın –hem de yalnız kendisinin değil– ikili yaşam sürdüğünü, yani bir eliyle Müslümanlığa sert bir şekilde uyan bir camii yaptırırken ötekisiyle Hristiyan ikonlarının karşısında Hristiyan tarzında dua ettiğini düşünmemizi öneriyorlar.

Aslında Skaliger tarihinde güya ikili yaşam süren salt İstanbul’un büyük sultanları değildir. Anlaşılacağı gibi, tamamen aynısını Kırım Hanları da yapmaktaydı. MÜSLÜMAN olarak HRİSTİYAN kiliselerinde rahat rahat dua etmekteydi. Bizzat tarihçiler mesela Kırım’daki meşhur ORTODOKS Uspenskiy Manastırı hakkında şunları yazıyorlar: “XV. yüzyılın sonunda, Kırım Türkler tarafından 1475 senesinde fethedildikten sonra, Uspenskiy Manastırı   Metropoliti’nin   konağı,   Kırım’da   ORTODOKSLUĞUN   merkezi   olmuştur... Andrey Lızlov’un anlatımına göre... “Vaktiyle düşmanlarına karşı savaşan KIRIM HANI HACI GİRAY, AZİZ MERYEM ANA’YA DUA EDEREK ONDAN YARDIM İSTEMİŞ (Uspenskiy Manastırı’nda), büyük bir bağış yapmaya ve onun ikonuna saygı sunarak haraç ödemeye söz vermiş: Oradan gelir ve zaferle döndükten sonra BALMUMU SATIN ALIP MUMLAR ÜRETMİŞ VE BİR SENE BOYUNCA ORAYA YERLEŞTİRMİŞ, ONUN HALEFLERİ  OLAN  KIRIM  HANLARI  DA  AYNISINI  YAPMIŞ”  (“Bahçisarayskiy istoriko-kulturnıy  zapovednik:  putevoditel”;  Red.  YU.M.Magariçev.  Simferopol,  Tavria, 1995, s.38). Ayrıca bkz. [65]. Bu şaşırtıcıdır. Müslüman Kırım hanları XV-XVI. yüzyıllarda Hristiyan Meryem Ana’ya tapıyormuş!

Şu  soruyu  soralım:  Okuyucular  Müslüman  CAMİLERİNDE  ÇOK  MU  YANAN MUM gördüler? İKONLARIN ÖNÜNDEKİ MUMLAR şöyle dursun? Hiç. VE ORTODOKS TAPINAKLARINDA MUMLAR BU YANA KADAR SÜREKLİ KULLANILMAKTADIR.

Bu arada tapınağın Hristiyan isminin kendisi –Aya Sofya– Osmanlıları-Atamanları nedense hiç de mahcup etmemiştir. Neden acaba? Ne de olsa onlar güya Müslümandılar ve tapınağı  camiye  dönüştürünce  onun  ismini  de  değiştirmeliydiler.  Müslümanlıkta  AYA SOFYA YOK ki. Bu bir Hristiyan ismidir. Çağdaş yorumcular bu olguyu kaydetmeye mecburlar ama akla uygun herhangi bir açıklama sunamamaktalar [101], s.43.

 

3.10. Aya Sofya’yı Osmanlı Sultanlarından Hangisi Ve Ne İle Bezemiştir?

 

Çağdaş  tarihçiler  Muhteşem  Süleyman’ın  Büyük  Aya  Sofya  Tapınağı’nı  XVI. yüzyılda yaptırdığını reddediyorlarsa da onun ismini bu Hristiyan tapınağı ile ilişkilendirmeye mecburlar. Mesela, Büyük Sofya’da altarın iki yanında günümüze kadar duran DEV KANDİLLERİ Süleyman’ın KOYDUĞU anlaşılmıştır. “İki yandaki dev şamdanlar bağış olarak Sultan I. Süleyman tarafından verilmiştir” [90], s.45. Olabilir ki, birileri bu olguyu mümkün olduğu kadar sükûtla geçiştirip saklamayı tercih ederdi. Mesela, şamdanları –Aya Sofya Tapınağı’nın bütünü gibi– VI. yüzyıla indirip hileli olarak Justininanos’a hamlederek. Bu denli muazzam bir mabet başarıyla VI. yüzyıla sürülmüşse, şamdanları anmaya ne gerek kalırdı ki. O zaman bunları neden oraya göndermediler? Büyük ihtimalle, bunun basit sebebi

“üzerlerindeki    yazının    SULTAN    SÜLEYMAN’I   ÖVÜYOR”   olmasıdır    [101],    s.43. Şamdanları gönülsüzce XVI. yüzyılda bırakmaya mecbur kalmışlardır.

Mamafih, Muhteşem Süleyman’ın Büyük Sofya’nın bezemelerine katkısı şamdanlar ile sınırlı değildir. Büyük Sofya’nın tepesindeki hilalin tam da onun hükümdarlığı sırasında altınla kaplandığı anlaşılmaktadır [27], s.13. Ama bize söylendiğine göre, hilal Büyük Aya Sofya’daki haçın yerine hemen, yani II. Mehmet’in hükümdarlığında geçirilmiştir. Yani 1453 senesi civarında. Bu yeni hilal, ancak YÜZ SENE sonra, Muhteşem Süleyman’ın hükümdarlığında  mı  altınla  kaplanmıştır  acaba?  Hilalin  “ERİTİLEN  ELLİ  BİN  ALTIN PARA İLE KAPLANMIŞ” olduğu kaydedilmektedir [105], s.15. Altın esirgenmemiştir. Düşüncemize göre, Sultan Süleyman Büyük Sofya’ya altınla kaplanmış hilali (veya hacı) HEMEN, XVI. yüzyıldaki inşaatı sırasında koydurmuştur. Ayrıca, Büyük Sofya’daki inşaatın [101]’de sunulan kronolojik cetveli, Çar-Grad’ın 1453 senesindeki fethinden sonra Osmanlıların-Atamanların BÜYÜK SOFYA’DA HİÇBİR ŞEY YAPMADIĞINI açık bir biçimde göstermektedir [101], s.64. Sonradan, XVI. yüzyılın sonunda, güya aniden hatırlayıp onu zengin şekilde bezeyerek yapıyı genişletmeye başlamışlar. Bizim yapılandırmamıza göre şurası açıktır: Büyük Sofya’nın XVI. yüzyılın ortasındaki gerçek inşası, daha sonraki bir dönemde hileli olarak “Süleyman’ın camiinin inşa edilmesi” olarak ilan edilmiştir. Zaten bu yüzden Büyük Sofya’nın kronolojisinden silinmiştir. Korunan tek şey, Osmanlıların- Atamanların XVI. yüzyılın sonunda yapıyı güya “tamamlaması” ile ilgili bölük pörçük verilerdir.

Muhteşem Süleyman’ın halefleri Büyük Sofya’yı unutmadan koruyup gözetmeye devam etmekteydi. 1573 senesinde “İLK DAYANAK YAPILARI KURULMUŞTUR” [90], s.42.  III.  Murat’ın  hükümdarlığı  sırasında  (1574-1595)  Büyük  Sofya’ya  iki  iri,  kapaklı mermer kap yerleştirilmiştir. Suyu kutsamak için mi? Yanlarına, semaverdeki gibi birkaç musluk yapılmıştır, res.1.23, res.1.23a. Aynı biçimli ve aynı musluklu kaplar Rus’taki ORTODOKS tapınaklarında SUYU KUTSAMAK üzere kullanılmaktaydı. Ancak, genellikle mermerden değil, madenden yapılmaktaydı.

SUYU KUTSAMAK için kullanılan bu Ortodoks kaplarını yerleştiren herhangi biri değildi. Bunu XVI. yüzyılın sonunda yapan, Osmanlı Sultanı III. Murat idi. Yani bizim yapılandırmamız uyarınca, Büyük Sofya’nın inşaatının tamamlanmasının üzerinden uzun zaman geçmeden. Çağdaş yorumcular, güya Müslüman sultanının bu –kendileri için– tuhaf davranışını açıklayamamaktadır. Örnek olarak, [90] kitabında “cami cemaatinin bunları (kapları – Yaz.) abdest almak için kullandı”ğı varsayımı ileri sürülmüştür [90], s.45. Ama kaplar TAPINAĞIN İÇİNDE bulunmaktadır. Abdest ise DIŞARIDA, CAMİNİN GİRİŞİNİN YANINDA alınmaktadır. Kapların tapınağın içinde bulunması abdest düşüncesini olanak dışı bırakmaktadır.

[102] kitabında ise, tekrarlayalım, Müslüman SULTANININ hediye ettiği bu kapların YUNAN, yani gerçekten Ortodoks olduğu doğrudan söylenmektedir [102], s.26.

“Nedense” Muhteşem Süleyman’dan hemen sonra Büyük Sofya’ya minareler eklenmiştir.  Önce  yalnız  bir  minaresi  vardı.  İkinci  minare  Süleyman’ın  oğlu  Sultan  II. Selim’in (1566-1574) emri üzerine eklenmiştir. Sonra III. Murat (1574-1595) iki minare daha

ekletmiştir [102], s.21. Böylelikle, Büyük Sofya’nın TAM OLARAK ONALTINCI YÜZYILIN SONUNDA sağlamlaştırıldığını ve bezenerek tamamlandığını görüyoruz. Bu durum, Aya Sofya’nın ilk kez zaten XVI. yüzyılda kurulmuş olduğunu gösteren yapılandırmamıza çok iyi uymaktadır.

 

3.11. Büyük Sofya Krallık Türbesi Olarak Neden Ancak On Altıncı Yüzyılda, Sultanların Zamanında Kullanılmaya Başlamıştır?

Büyük Sofya’nın Skaliger tarihindeki bir büyük tuhaflık da şudur: Tapınak güya VI. yüzyılda veya hatta IV. yüzyılda Bizans imparatorları tarafından kurulmuştur. Buna karşın, Konstantinopolis-İstanbul’da hüküm süren Bizans imparatorlarından hiçbiri nedense yapının içinde GÖMÜLMEMİŞTİR [41], s.108-122. Onlar “nedense” KÜÇÜK Havariyyun Kilisesi’nde gömülmekteydi. Üstelik bu küçük mabedin de İmparator Justinianos ve Büyük Aya Sofya’yı inşa eden mimarlar tarafından yapıldığı düşünülmektedir [61], cilt 2, s.87. Bu gariptir. Güya eş zamanlı olarak iki tapınak kurulmuştur. Biri küçük diğeri ise devasa ana tapınaktır. Ve imparatorlar ana tapınakta değil, küçük olanında gömülmektedir!

Sonra, bize anlatıldığına göre, eski Bizans imparatorlarının lahitleri Aya İrini Kilisesi’ne geçirilmiştir [41], s.123. Komnenos soyundan gelen daha sonraki (Skaliger kronolojisine   göre   XI-XIII.   yüzyıllar   arası)   imparatorların   türbesinin   Pammakaristos Manastırı olduğu kabul edilmektedir [90], s.56. Bunun dışında, XV-XVI. yüzyıllarda patriğin konağı “nedense” hiç de Büyük Sofya’da değildi [90], s.56. Bu durum hiç de onu kötü Osmanlıların oradan kovmasından kaynaklanmamıştır. Osmanlı-Ataman fethinden önce de Bizans patriğinin konağının Havariyyun Kilisesi olduğunu görüyoruz. [90], s.56.

Aya Sofya’daki definlere dönelim. XIV-XV. yüzyıllardaki Osmanlı devrinde de ilk Osmanlı-Ataman sultanlarının “nedense” Büyük Sofya’da GÖMÜLMEMİŞ OLDUĞU görülmektedir [41], s.122. Bu muazzam tapınak burada güya eskiden beri durduğu halde.

Birdenbire, beklenmedik şekilde, XVI. yüzyılın sonundan itibaren Büyük Sofya Tapınağı’nda İLK sultan mezarı ortaya çıkmış VE SONRADAN bunların sayısı ÇOK ARTMIŞTIR: “II. Selim’in (1566-1573 – Yaz.), onun karılarının ve çocuklarının... III. Murat’ın (1573-1595 - Yaz.)...  III. Mehmet’in (1595-1603 - Yaz.), İbrahim’in (1640-1648 - Yaz.), I. Mustafa’nın (1617-1618 - Yaz.), onun annesinin ve karısının, IV. Mehmet’in (1648-1687 - Yaz.), II. Mustafa’nın (1695-1702 - Yaz.) ve yüz kadar (! - Yaz.) şehzadenin ve sultan kızının” [41], s.122. Sultanların doğum ve ölüm yıllarını [41]’den aldık, s.323. Res.1.24’te örnek sağlamak amacıyla II. Selim’in Büyük Sofya’daki görkemli türbesi gösterilmektedir.

Burada  1566-1702  senelerine  ait  sultanların  YARISINDAN  FAZLASI  sayılmıştır [41], s.122. Ve YÜZ KADAR şehzade ve sultan kızı! Üstelik Büyük Sofya’nın güya yüzlerce yıllık  tarihi  boyunca,  burada  sadece  1566-1702  seneleri  arasında  defin  yapılmış.  XVI. yüzyılın ortasından önce ise HİÇBİR DEFİN yoktur!

Şu halde, Büyük Sofya’nın inşaatından yüzlerce sene sonra Çar-Grad’ın hükümdarları, şehrin baş tapınağının krallık mezarlığı olarak kullanılabileceğine nihayet akıl erdirmiştir.

BİN SENEDİR bu basit düşünce güya kimsenin aklına gelmemiş. Oysa Avrupa ve Asya’nın Orta Çağ tarihindeki muazzam tapınakların, inşa edilmelerinin üzerinden uzun zaman geçmeden büyük kralların veya patriklerin türbeleri olarak kullanılmaya başladıklarının iyi bilindiğini belirtelim. Mesele nedir? Neden Büyük Sofya bu kuralın tuhaf bir istisnası olmuştur?

Bu konuda farklı varsayımlar kurulabilir. Çağdaş yorumcuların herhalde bir “açıklamaları” vardır. Ama bu olayda onların sanılarını ve tahminlerini araştırmaya ihtiyaç duymuyoruz. Zira bizim yapılandırmamız basit ve sarih bir açıklama sağlamaktadır. XVI. yüzyıldan önce, Büyük Sofya’da hiç kimse gömülmemekteydi. Bunun apaçık sebebi, bu tapınağın XVI. yüzyıldan önce HENÜZ KURULMAMIŞ OLMASIYDI. O, ancak XVI. yüzyılın ortasında kurulmuştur. Çalışmalar tamamlandıktan sonra uzun zaman geçmeden Osmanlı-Ataman hükümdarlarının türbeleri burada yapılmaya başlamıştır.

Bunun yanı sıra, Büyük Sofya’daki SON sultan defninin tarihine dikkat ediniz. Bu, 1702 senesidir. Herhalde, XVIII. yüzyılın başlangıcında İstanbul’da nihayet yeni, büyük ve “gerçek”  Müslüman  camileri  kurulmuştur.  Sonraki  sultanlar  buralarda  gömülmeye başlamıştır. Gerçek MÜSLÜMAN olan ve bir HRİSTİYAN mabedi olan Büyük Sofya’da gömülmek istemeyen sultanlar. Bununla birlikte sultanların Büyük Sofya’ya karşı tutumu o zamana kadar, olasılıkla, kökten değişmişti. Yukarıda kaydettiğimiz gibi, tam 1750 senesi civarında   yapının  Hristiyan  mozaikleri  sıva  ile  boş   yere  kaplanmaya   başlamamıştır. Böylelikle, XVIII. yüzyılın başlangıcına kadar İstanbul’da SADECE TEK BİR BÜYÜK TAPINAĞIN var olduğu hissi uyanıyor. Bu da zaten Hristiyan tapınağı olan Büyük Sofya’dır. Ve XVI. yüzyıla kadar o da yoktu. Bu nedenle ilk sultanlar başka yerlerde gömülmüştür.

Daha sonra, İstanbul’da devasa “Süleymaniye Camii” kurulup geçmiş tarihli olarak Muhteşem Süleyman’a hamledildiğinde, içine ivedilikle hem onun lahidi hem de karısı Rokselana’nın lahidi geçirilmiştir. Görsel “kanıt” olsun diye. Bu lahitler orada bugün de görülebilir.

 

3.12. Rokselana

Kutsal Kitap’taki Kral Süleyman’ın karısı MISIR FİRAVUNU’NUN kızı idi. Kutsal Kitap şunu bildirmektedir: “Süleyman, Mısır Firavunu'nun kızıyla evlendi. Böylece firavunla müttefik oldu. Eşini Davut Kenti'ne götürdü” (I. Krallar 3:1).

Bizim yapılandırmamız çerçevesinde, Kutsal Kitap’ta tasvir edilen Mısır, Rus- Orda’dır. Ama bu durumda Süleyman’ın karısı bir RUS prensesi, BİR RUS ÇARININ- HANININ KIZI idi. Şimdi bakalım, bu düşüncemizin doğrulaması Muhteşem Süleyman’ın biyografisinde bulunuyor mu? Evet bulunuyor, hem de çok belirgin şekilde.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN’IN KARISININ GERÇEKTEN BİR RUS OLAN ROKSELANA OLDUĞU anlaşılmaktadır [90], s.61. “(I. Süleyman’ın lahidinin) komşusu olan, biçimi daha az görkemli olmayan türbede ROKSELANA’nın veya RUS’un naaşı yatmaktadır”... Sultanın en çok sevdiği karısı idi, onun için diğer bütün karılarını reddetmiştir

[27], s.22. Orta Çağ yazarı Mikhail (Mikhalon) Litvin, Rokselana’yı “şimdiki Türk imparatorunun en çok sevdiği karısı” olarak adlandırmaktadır [64], s.72. Yorumcu şunları bildirmektedir: “Türk sultanı I. Süleyman’ın karısı olan UKRAYNALI Rokselana... devlet işlerini çok etkilemiştir” [64], s.118. Rokselana’nın Orta Çağ portresi için res.1.25’e bakınız. Çağdaş yorumcular Rokselana hakkında şunları yazmaktadır: “Onun Slav olduğu, bazı kaynaklara göre bir Ukraynalı papazın kızı, diğer kaynaklar uyarınca ya Rus ya da Leh olduğu bilinmektedir. Hatta bazı yazarlar onun ismini veriyorlar, Anastasiya Gavrilovna Lisovskaya” [67], с.87.

Bunun yanı sıra, Kutsal Kitap Süleyman’ın karısının ismini nedense sükûtla geçiştirmektedir.  Bu  durum,  eski  metnin  XVII-XVIII.  yüzyıllarda  redaktörler  tarafından özenle denetlenip düzeltilmesinin sonucu mu acaba? Örnek olarak Süleyman’ın annesinin ismi Kutsal Kitap’ta korunmuştur. İsmi Bat-Şeva idi (II. Samuel 11:3-5, I. Krallar 2:13).

Dikkati kendiliğinden çeken şudur ki, Rokselana’nın ismi, İstanbul’daki sultan sarayında saklanan portresinin üzerinde, res.1.25 ve res.1.26, şu şekilde yazılmıştır: ROSSA SOLYMANNI VXOR [104], s.46. Bu, şu kelimelerin çarpıtılmasıdır: RUS, SÜLEYMAN’IN (veya  SOLOMONİA)  KRALİÇESİ.  SOLYMANNI  kelimesi  burada  kadın  ismi SOLOMONİA da olabilir. İsmindeki RUS kelimesi, büyük ihtimalle, Orta Çağ’da olduğu gibi krallık kökenini ifade etmektedir. Örneğin, Avusturyalı Anna (Ana de Austria) veya Marie duchesse de Bourgogne denildiğinde, bu kişilerin milliyeti değil, daha çok şu veya bu ülkenin krallık veya egemen soyuna mensup olmaları kastedilmekteydi. Rokselana’nın, yorumcuların bizi temin etmeye çalıştığı gibi basit bir KÖLE olduğu şüphelidir [41], s.239. Rokselana’nın, üzerinde aynı yazının bulunduğu bir başka portresi res.1.27’de gösterilmektedir.

 

3.13.  Süleyman’ın  Gerçekte  Bir  Hristiyan  Tapınağı  Yaptırması  Hakkındaki Bulanık Anılar

Bugün Muhteşem Süleyman’a hamledilen İstanbul’daki cami ile ilgili eski bir efsane vardır. Bu efsane, Süleyman’ın XVI. yüzyılda gerçekte bu camiyi değil, Büyük Sofya Tapınağı’nı, yani bir HRİSTİYAN tapınağını yaptırdığı varsayımı vasıtasıyla pek iyi açıklanmaktadır.

Şunu anlatıyorlar [41]: Süleyman’ın camiinin inşaatında çalışan Yunanlı bir taşçı, ALTAR İÇİN TASARLANAN DEV SOMAKİ LEVHANIN ÜZERİNE HAÇ OYMUŞTUR. Taşçı dehşetli bir biçimde öfkelenmiş sultanın huzurunda güya hemen idam edilmiştir. Ve “cami için yaramaz hale gelen somaki levha, HAÇLA BEZENEN yanı toprağa çevrilip GİRİŞİN ÖNÜNE KONULMUŞTUR...” [41], s.248-249.

XIX. yüzyılın sonunda yaşayan Türk tarihçisi Celal Esad bu efsaneden ötürü gayet öfkelidir: “HAÇA gelince, bir Yunanlı amelenin bin Müslümanın huzurunda onu oymaya kalktığını tahmin etmek güçtür... Onu oyduysa da, onu yok ederek levhayı ilk tasarlanan görevine uydurmak zor olamazdı. BU EFSANE BASİT BİR İFTİRADIR” [41], s.249.

Tablo açıktır. Osmanlı-Ataman Süleymanı=Kutsal Kitap Süleymanı gerçekte XVI. yüzyılda Büyük Sofya Tapınağı’nı, yani bir HRİSTİYAN katedralini yaptırmıştır. Onun altarında, doğal olarak, bir HAÇ bulunmaktaydı. Sonradan, belli bir zaman geçtikten sonra sultanların ve genel olarak ülkenin dini değişmiştir. Dolayısıyla Büyük Sofya’nın altarındaki haç KALDIRILMIŞTIR. Kubbesindeki haç da yerine hilal konularak kaldırılmıştır [102], s.20. Bunun “tarihin iyileştirilmesine” yönelik ilk adım olduğunu söyleyelim.

Ama ikinci bir adım daha gerekmekteydi. Olasılıkla, Büyük Sofya’nın inşaatını Osmanlı Süleymanı’nın=Kutsal Kitap Süleymanı’nın ismi ile ilişkilendiren anının halk içinde dolaşması Türk sultanlarını rahatsız etmekteydi. Yeni görkemli bir cami yapılıp SÜLEYMANİYE  CAMİİ  ismi  konulmasına  ihtiyaç  doğmuştur.  XVI.  yüzyılda  yaşayan Süleyman’ın camii. Büyük Sofya’nın inşaatına ilişkin bütün tarihçeler ve efsaneler –kâğıt üzerinde!– bu camiye hamledilmiştir. Büyük Sofya ise XVI. yüzyılın tarihinden silinerek VI. yüzyıla “sürülmüştür”. Ama sonucunda, güya Süleyman’a ait olan yeni camiye HRİSTİYAN tapınağı olan Büyük Sofya’nın aksi düşmüştür. Oluşan çelişkiyi “anlatabilmek” amacıyla haçı oyduğundan ötürü idam edilen zavallı Yunanlı taşçı hakkındaki efsane uydurulmuştur.

Diğer açıklamalar da olasıdır. Yunanlı taşçı hakkındaki efsane gerçekte HAÇIN Hristiyan olduğunu iddia etmemekte ama nedense KÜÇÜK olduğunu bildirmektedir [41], s.248. Neden eski hikâye bu detayı korumuştur? Büyük Sofya’da buna benzer bir şey var mı acaba? Olduğu ortaya çıkıyor. Bu, katedralin taş tabanına oyulan ve kubbelerin çevrelerinin izdüşümlerini belirten gerçekten bir sıra KÜÇÜK HAÇtır, res.1.28. Büyük ihtimalle, bunların sadece inşaî bir anlamı vardı. Bu haçlar vasıtasıyla inşaatçılar kubbenin temelinin çevresini düzeltiyorlardı. Süleyman’a hamledilen camide böyle haçlar yapılmış olmadığı için, ama efsaneye göre bunların var olması gerektiğinden, bir açıklama uydurulmuştur. Güya levhanın haçlı yanı “toprağa çevrilmiş”.

Olasılıkla,  bu  efsanenin  içinde,  Büyük  Sofya’nın  tabanındaki  küçük  haçlar  onun altarındaki ve kubbesindeki ana haç ile birleştirilmiştir.

 

3.14.  Büyük  Sofya’nın  Tonozlarındaki  Yazılar  Neden  Yok  Edilip  Yeniden Yapılandırılmıştır?

Birçok insan, bilindiği gibi, sonraları hemen hemen köhneleşmeyen eski mozaiklerin günümüze genellikle orijinal biçiminde ulaştığını düşünmektedir. Ama durum öyle değildir. Bazı  mozaiklerin  YENİDEN  YAPILANDIRILMIŞ  OLDUĞU  anlaşılmaktadır.  Hem  de tadilat amacıyla değil, TARİHİN DÜZELTİLMESİ sebebiyle. Belirgin bir örnek sunalım.

Büyük Sofya’nın koro balkonlarında, iki yanında kralın ve kraliçenin durduğu İsa Mesih’i tasvir eden meşhur bir mozaik bulunmaktadır, res.1.29. Bugün kralın başının üstünde bunun İmparator Constantinus olduğu yazılıdır. Ama bu yazıdaki imparatorun ismi AÇIKÇA YENİDEN YAZILMIŞTIR, res.1.30. İsmin düzeltilmesi o kadar göze çarpar ki, yorumcular bu olguyu anlatabilmek için gülünç bir teori uydurmak zorunda kalmıştır. Mozaiğin sağında betimlenen İmparatoriçe Zoe güya BİRKAÇ DEFA EVLENMİŞTİR. Öyle olsun. Ama bunun mozaik ile ne alakası var? diye şaşkın bir soru ortaya çıkmaktadır. Anlaşılacağı gibi, alakası şudur: Bize temin edildiğine göre, “imparatoriçenin her evliliği ile birlikte MOZAİKTEKİ KOCASININ YÜZÜNÜN VE İSMİNİN değiştirilmesi gerekti. Bu değişimlerin izleri iyi görülmektedir”  [90]  s.44.  Böylece,  kralın  salt  İSMİ  değil,  YÜZÜ  de  yeniden yapılandırılmıştır. Mamafih, İMPARATORİÇENİN KENDİSİNİN YÜZÜNÜN VE HATTA İSA MESİH’İN YÜZÜNÜN de yeniden yapılandırılmış olduğu anlaşılmaktadır! İmparatoriçenin yüzüne gelince, yorumcular düşünüp taşındıktan sonra, bize güya bunu ondan nefret eden V. Mikhail’in yaptığını düşündürerek “çaresini bulmuştur” [101], s.61. İSA MESİH’İN YÜZÜNÜN yeniden yapılandırılmasına gelince ise, çağdaş yorumcular İsa’nın eski yüzünün kral çiftinin yeni yüzlerine “gerektiği kadar uymamış” olduğunu söylemekten daha iyisini bulamamıştır [101], s.61.

Orijinal yazıların –ve yüzlerin!– bütün bu çarpıtılmalarının sebebinin, güya imparatoriçenin sıradaki evliliği, haleflerin kini ve güzel sanatların kanunları olduğundan müsaadenizle şüphe edelim. Şimdi anladığımız gibi, bunun sebepleri çok daha ciddiydi. Hem de bu çok eskiden yapılmamıştır. Bunun tam olarak ne zaman yapıldığına dair bir düşünceyi bile ileri sürebiliriz. 1847 senesinde Büyük Sofya’da, mozaiklerin açıldığı geniş bir “restorasyon”un   yapıldığı   bilinmektedir.   Bunlara  bir  şeyler   yapılmıştır,  SONRA  DA TEKRAR SIVANMIŞTIR [101], s.46,64. Veya acaba ilk kez mi sıvanmıştır? Bu sıva artık günümüzde silinmektedir. Hem de burada, AVRUPALILARIN çalıştığı anlaşılmaktadır. Bunlar,  restorasyon  çalışmaları  için  özel  olarak  davet  edilen  İsveçli  mimarlar  Fossati kardeşler (Gaspar, Giuseppe Fossati) idi [101], s.46,64. Eski yazıları kaldırıp, yerlerine Skaliger-Petavius’un ders kitabından okudukları yenilerini, “doğru” olanları geçirerek “tarihi düzelten” onlar olmasın?

Büyük Sofya’nın mozaikleri ile ilgili durumun hiç de göründüğü gibi kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Önemli olan şudur ki, tapınağın duvarlarından sıva çıkarıldığında, bizim yapılandırmamız uyarınca, altından XVI. yüzyılda yapılmış olan ESKİ MOZAİKLER değil, AVRUPALILARIN XIX. YÜZYILIN ORTASINDA, olasılıkla Skaliger kronolojisine “uydurarak” DENETLEYİP DÜZELTTİĞİ MOZAİKLER çıkmaktadır. Bunların, orijinal biçimdeki eski mozaiklerin desenlerini bize bırakmadıkları düşünülmelidir.