Anatoliy T. Fomenko, Gleb V. Nosovskiy
UNUTULMUŞ YERUŞALEM
(Yeni Kronoloji’nin Işığında İstanbul)

A.İ. Lızlov’un “İskit Tarihi”nden alınmış Türk Sultanlarının Sarayının Tarifi” Ekiyle.oji.

BÖLÜM 6: BÜYÜK İMPARATORLUĞUN İÇİNDEKİ YAŞAM SİSTEMİ. TARİHİN XVII-XVIII. YÜZYILLARDAKİ TAHRİFATI

 

Bu bölümde, bizim yapılandırmamızı açıklayan ya da muhasebesini yapan birkaç ek düşünce topladık. Geçmişin çizdiğimiz resminin, bütün tarihsel orijinal kaynakların Yeni Kronoloji açısından yorumlanmasına dayandığını tekrarlayalım. Bizim versiyonumuz ile Skaliger okulunun tarihçilerinin önerdikleri versiyon, yani bugün alışılmış tarihsel versiyon arasındaki çarpıcı farklılıklar, ilk önce bu iki yorumlamanın temelindeki birbirinden çok farklı kronolojilerin varlığı ile açıklanmaktadır.

Yeni Kronoloji’ye dayanmakta olan yapılandırmamızın doğal olarak bu kronolojiden kaynaklandığını düşünüyoruz. Genellikle kabul edilen versiyon ise Skaliger-Petavius’un kronolojisine dayanmaktadır. Dolayısıyla hangimizin haklı olduğuna dair mesele ilk önce KRONOLOJİ meselesidir. Ama kronoloji oldukça özel bir bilimdir. Bu konudaki ciddi tartışmalar bu kitabın dışında kalmaktadır. Bu konuda [1]-[14]’e bakınız. Matematiksel yöntemler yardımı ile Eski ve Orta Çağ tarihinin yeni matematiksel kronolojisini geliştirdik. Tarihçiler ise hâlâ Skaliger-Petavius’un XVI-XVIII. yüzyıllarda yaratılmış olan kronolojisini, yani  aslında  altında  çağdaş  bilimsel  temeli  olmayan  bir  dogmatik  versiyonu kullanmaktadırlar. Radyokarbon yönteminin ve diğer fiziksel yöntemlerin uygulanmasının, Skaliger tarihlemelerinin sözde kanıtlamaları için bugünlerde kabul edilmiş olan mekanizması konusundaki ayrıntılı araştırmalar için  [3]’e bakınız.

Fakat  tarihsel  kaynaklara  dair  yorumlamamızın,  doğru  kronolojiye  dayanan yorumlama dahil olmak üzere diğer her tür yorumlama gibi, bir formel kuram çerçevesinde kanıtlanması mümkün değildir. Dolayısıyla, dünya tarihinin tarafımızdan yapılandırılmasının (mamafih, gelenekçi tarihçilerin versiyonu gibi) henüz yalnız varsayımsal olduğunu sürekli olarak vurguluyoruz. Daha birçok ayrıntısını tasrih etmek gerekir. Bununla birlikte, bizim yapılandırmamızı 1995 yılında ilk kez yayımladıktan sonra geçen yıllarda yapılandırmamızı çürütebilecek bilgilerin ortaya çıkmadığını kaydedelim (tabii bazı yerleri değiştirilip daha kesin ve açık olarak belirtilmiştir). Tam tersine dünya tarihinin gidişatı hakkındaki görüşümüzün çok sayıda yeni kanıtı ortaya çıkmıştır. Ayrıntılar için [1]-[14]’e bakınız.

Bu bölümde fikirlerimizi, birbirleriyle her zaman ilişkili olmayan düşünceleri sıralayarak açıklayacağız. A.T. Fomenko’nun başını çektiği, çoğu Moskova Devlet Üniversitesi’nde çalışan bir grup matematikçi 1974 yılından itibaren kronoloji sorununu araştırmaya başlamıştır. 1975- 1981 yıllarında çağdaş matematiksel ve sistemsel analiz yöntemleri kullanılarak tarihsel kaynakların araştırılmasına ve çok sayıda bilgisayar hesaplamalarına dayanan bir kronoloji az çok düzenlenmiştir. Buna Yeni Kronoloji demekteyiz. Yeni Kronoloji tüm dünya tarihi hakkındaki görüşleri esaslı bir şekilde değiştirmiştir. Tarihin, düzenlenmiş kronoloji ile uyumlu hale getirilen yeni konsepti 1995-1996 yıllarındaki çalışmalarımızda önerilmiştir. Bu çalışmaya devam edilmektedir. Skaliger-Petavius versiyonunun bazı yanlışlarının sebepleri ortaya çıkarılmıştır. Onların versiyonunun, istemeyerek yapılan hataların yanı sıra tarihin ve kronolojinin  KASITLI  OLARAK  çarpıtılmasını  içerdiği  meydana  çıkmıştır.  Rusya Devleti’nin Avrasya tarihindeki yeri ile ilgili olan bu hatalar ilk olarak Rusya Devleti’nin Romanovlardan önceki dönemine aittir. Üstelik Skaliger-Petavius versiyonunun, Rus Devleti’nin gerçek tarihini ve Avrupa ve dünya tarihindeki rolünü saklamak amacıyla kurulup uygulanmış olduğu ortaya çıkmıştı. Bu versiyon bir bilimsel yanılgının ürünü olmaktan çok, kökenleri XVI. yüzyıl tarihine ait olan politik mücadele için bir silah olmuştu. İşte tam bu yüzden, sahte tarih versiyonu devlet katında uygulanmıştı.

Araştırmamız sonucunda elde edilmiş olan veriler, XVII-XVIII. yüzyıllarda yerleşmiş ve kesinleşmiş olan, bugün dünya ve Rusya tarihi konusundaki hâkim görüşün genelde yanlış olduğunu göstermektedir. Bu arada, Rus tarihinin Romanovlar döneminde uydurulmuş, bugünlerde ise kabul edilmiş olan versiyonunda Rus-Orda İmparatorluğu’nun Romanov döneminden önceki dünya sahnesindeki rolü ve etki ve hâkimiyet alanları büyük oranda çarpıtılmıştır. Kazakların tarihi tümüyle çarpıtılmıştır.

Gerçek tarihin bilinmesi, Rus İmparatorluğu’nun kurulma ve gelişme süreçlerinin, dünyanın  başka  devletleri  arasındaki  rolünün  ve  yerinin  daha  iyi   anlaşılmasına  yol açmaktadır. Araştırmalar XVII. yüzyıldan önceki tarihin bugünlerde düşünüldüğünden çok farklı olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki varsayımsal tablo ortaya çıkmaktadır.

Başkenti Bosporus’taki eski Çar-Grad şehrinde (İnciller Yeruşalemi’nde) olan eski Rum İmparatorluğu’nun XIII-XIV. yüzyıllarda düşmesinden sonra yeni devlet, yani Rus Krallığı ortaya çıkmıştı. Kolaylık sağlamak amacıyla bu devlete Orda, Rat kelimelerinden çıkan Rus-Orda İmparatorluğu denilmesi mümkündür. Orda, büyük askeri birlik anlamına gelen eski, basit bir Rusça kelimedir. Romanovlardan önceki dönemde SİLAHLI RUS KUVVETLERİ ORDALARDAN İBARETTİ. Günümüze ulaşmış olan kaynaklarda bu İmparatorluk   “Moğol”   İmparatorluğu,   yani   Büyük   İmparatorluk   olarak   bilinmektedir. Merkezi Vladimir-Suzdal Rus’u idi. Dünyanın ele geçirilmesine o noktadan başlanmıştı.

İmparatorluk  daha  çok  Slav,  aslında  Slav-Türk  olan  “Moğol”  istilası  sonucunda etkisini Çin, Hindistan, İran, Irak, Türkiye, Batı Avrupa, Mısır, Kuzey Afrika ve Amerika dâhil olmak üzere Avrasya’nın geniş alanlarına yaymıştı. Kutsal Kitap’a göre bu istila, başlarında   önce   Musa,   sonra   Yeşu   olan   İsrailliler   tarafından   İsrail   toprağının   ele geçirilmesidir. İmparatorluk, Rus’ta doğan Ataman-Osmanlı istilası döneminde en büyük kudretine ulaşmıştı. Sonuçta eyaletler imparatorluğun merkezine daha da fazla boyun eğmişti. Bizans’ın eski başkenti ve herkesçe tanınmış olan dinî merkezi olan Konstantinopolis’in 1453 yılında fethedilmesinden sonra ikinci merkez-başkent ortaya çıkmıştı. Burada eski Çar-Grad = Truva olan İstanbul söz konusudur. O dönemde imparatorluğu bir merkezden yönetmek çok zor   idi.   İkinci   merkez,   yani   Osmanya=Atamanya,   imparatorluğun   güney   bölgelerini yönetmişti. Böylelikle Rus ve Atamanya XVI. yüzyılın sonuna kadar hemen hemen tüm Avrasya’yı ve Amerika’nın büyük bir kısmını kontrol eden güçlü bir devletin iki parçası idi.

XVI. yüzyılda imparatorluk yeterli derecede merkezileşmiş bir devlet idi. Rus’un merkezinde   yaşayan   imparatorun,   imparatorluğun   eyaletlerine   yerleştirilmiş   olan   ve kendisine, yani çara-hana tabi olan insanları vardı. Bu arada, Avrupa’nın hükümdarları Rus çarının-hanının vasalları idi. O dönemde çara-hana İMPARATOR diyenler de onlar idi. Tüm imparatorlukta   birtek   imparator   vardı.   Avrupa’nın   Rus   çarına-hanına   tabi   olduğunu doğrulayan bazı izler, yıllarca süren özenli tasfiyeye rağmen bazı Avrupa kronolojilerinde hâlâ  bulunabilmektedir.  Dolayısıyla,  bazı  çağdaş  araştırmacılar  mesela  “XVI.  yüzyılda yaşayan tüm Batı Avrupa soylularının deliliğe kapıldığını” açıklamak zorundalar, ayrıntılar için aşağıya bakınız. Gerçekte deli değillerdi. Yalnız bugünlerde düşünüldüğünden farklı bir politik dünyada yaşamışlardı.

Gerçekte o zamanlarda yaşayan Avrupa soylularının büyük kısmı oraya XIII-XIV. yüzyıllarda gelen Slav fatihlerden ibaretti. Batı Avrupa’nın bazı bölgelerinde hâlâ çok sayıda Slav nüfusu yaşamaktadır. Hatta XVII. yüzyılda mesela Almanya’da yer alan birçok toprağın pek yoğun şekilde Slav milleti ile iskân edilmiş olduğu iyi hatırlanmaktadır. Aynısı İtalya ve Avrupa’nın bazı başka ülkeleri konusunda da söylenebilir.

XVI. yüzyılın ortasında (Almanya başta olmak üzere) Batı Avrupa’da imparator = Rus-ataman iktidarına karşı bir ayaklanma patlak vermişti. Önceleri bu, imparatorluktan ayrılmak ve politik ve askerî bağımsızlık kazanmak isteyen Batı Avrupa’daki bazı imparatorluk yönetimlerinin bir ayaklanması idi. Sonra ayaklanma gelişmeye devam etmişti. İmparatorluk orduları ve Kazak-Orda orduları ile dolu olan Almanya’nın, hükümdarların- prenslerin, uzaktaki İmparator = Rus Çarı-Hanının iktidarına karşı ayaklanma merkezi olduğu ortaya çıkmıştı. Bugünlerde bu ayaklanma tarih ders kitaplarında Reform Hareketi olarak bilinmektedir. İmparatorluğun yönetim çevresine ait olan Batı Avrupa isyancılarının sarayda iyi bir desteği vardı. Birçok yönetici, imparatorluğu yıkıp bağımsız hükümdarlar olmak fikrinden hoşlanmışlardı. Rus-Orda tarafından Batı’ya tenkil seferi hazırlanması Avrupa’da panik yaratmıştı. Orda’nın başkentinde bir saray darbesi, bir komplo düzenlenmişti. Bu darbe, XVII-XVIII. yüzyıllar arasında yazılmış olan ve bugün alışılagelmiş tarihte güya bir yerel anlaşmazlık, yani Rus-Livonya Savaşı şeklinde tasvir edilmiştir. Ayrıca Rus Çarının-Hanının zayıflığından yararlanılarak, onun adına Rus-Orda ordusunun yönetiminin bozgunu gerçekleştirilmişti. Burada Rus tarihinde iyi bilinen opriçnina-purim dönemi söz konusudur. Yani Kutsal Kitap’ta tarif edilmiş olan, Kral I. Artakserks sarayında darbe yapan Esther (İng.) hakkındaki meşhur efsane. İmparatorluğun bütünlüğünün lehine olanlar ile aleyhine olanlar arasındaki, yani Rus-Orda partisi ile Batı yanlısı parti arasındaki bazen başarılı, bazen de başarılı olmayan mücadele XVI. yüzyılın ikinci yarısı–XVII. yüzyılın başını kapsayan dönemde onlarca yıl sürmüştü. Bu mücadele Batı yanlısı partinin zaferi ve imparatorluğun parçalanması ile bitmişti.

Sonuçta XVII. yüzyılın başlangıcında Büyük İmparatorluk birkaç parçaya bölünmüştü. Tüm Rus-Orda Çarlık hanedanı öldürülmüştü. İşte bu olay Esther’in (İng.) devrimi ve komplosu olarak tarif edilmişti. İmparatorluğun bölünmesinin lehine olanlar kazanmışlardı. Bunlar Moskova’da, mücadeleyi kazanmış olan Alman prenslerinin himayesinde bulunan Romanovlar hanedanını kuvvet yoluyla tahta oturtmuşlardı. İmparatorluk parçalanırken Romanovlara imparatorluğun eski başkentinin etrafındaki kısım verilmişti. Eski imparatorluğun başka bölgelerinde başka hükümdarlar iktidara gelmişlerdi.

İmparatorluğun bazı bölgeleri uzun zaman boyunca bölünmeye karşı çıkıp eski bütünlüğü yeniden kurmaya çalışmıştı. Sibirya, Uzak Doğu ve Amerika’nın bir bölümü Orda tarafından XVIII. yüzyıla kadar kontrol edilmişti. Batı’daki muhafazakâr imparatorluk eğilimleri kendini en  güçlü şekilde İspanya’da göstermekteydi. Mesela,  İspanya Kralı  II.

Felipe ve Dük Alba, Reform Hareketi’nin ayaklanmasını bastırmaya çalışmışlardı. Fakat imparatorluk bölündükten sonra onlara oyunun yeni kurallarını acilen kabul ettirmişlerdi. Ayaklanmanın olmadığı doğu bölgelerinde, imparatorluğun eski bölgeleri Batı’ya ve Romanovlara karşı düşmanca bir tutum takınmışlardı. Burada Sibirya, Uzak Doğu, Çin, Japonya, Türkiye ve İran söz konusudur.

Çağdaş Amerikan tarihçisi Erik Midelfort Amerikan arşivlerinde çalışırken şaşırtıcı bir şey bulmuştu. XVI. yüzyılda çok sayıda Alman soylusunun garip bir deliliğe kapıldıkları anlaşılmaktadır. Üstelik bu olay TAM DA XVI. YÜZYILDA MEYDANA GELMİŞTİ. Hem bu  dönemden  önceki  hem  de  sonraki  zamanlarda  benzer  bir  şey  kaydedilmemişti.  E. Midelfort,  “Deli  Soylular”  adlı  bir  kitap  yazmıştı.  Bu  kitabın,  “Spiegel”  dergisinden" (Spiegel, Hamburg) alınmış olan ve “Yurt Dışında” gazetesinde (No.50 (1863) 1996 yılı) yayımlanan özetini kullandık.

E. Midelfort gerçekten şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir şey bulmuştu. Hesaplamalarına göre Almanya’da  XVI.  yüzyılda  güya  178  reichsgraf,  88  reichsabbat,  21  dük,  landgraf  ve markgraf, 50 başpiskopos ve piskopos, 7 kurfürst ve ayrıca Kaiserin kendisi II. Rudolf çıldırmıştı!

Bu şaşırtıcı delilik salgını nasıl belirlenmişti ki? İşte mesela, Albrecht Friedrich von Preußen, güya şu şekilde çıldırmıştı. Lüter’in portrelerini yırtıp paramparça ederdi ve “Moskovalıların ve Türklerin” Almanya’ya saldırmalarını beklediği için üzerinde savaşa tümüyle hazır olarak giysisi ile yatağa giderdi. Ancak yapılandırmamıza göre Friedrich von Preußen’in “deliliği”nin hiç de delilik olmadığı ortaya çıkıyor. Herhalde Friedrich’in bu tür korkular için sebepleri vardı. XVI. yüzyılda Reform Hareketi‘nin ayaklanmalarının sardığı Almanya‘ya gerçekten Rus Çarının-Hanının ordusunun ve müttefiki olan Osmanlı sultanının- atamanının ordusunun gerçekleştireceği bir tenkil seferi hazırlanmıştı.

İmparator “Rudolf’un” deliliği daha da enteresandır. Şaşılacak kadar ürkek olduğu ve yabancı insanlarla her tür görüşmeden kaçar olduğu ortaya çıkıyor. Yani düpedüz insan içine çıkmaz olmuştu. Hatta kendi oğlu ile buluşmaktan vazgeçtiği düşünülmektedir. Ayrıca güya başkentini Prag’a taşımıştı. Yani Viyana’da değildi. Fakat Prag’ta da onu kimse görmemişti. Ona “Hradçanı münzevisi” denilmişti. İşte öyle “görünmez bir imparator”.

Bütün bunlar garip olmaktan bile fazladır. Yine de yapılandırmamızda her şey yerli yerine oturmaktadır. II. Rudolf’un hükümdarlığı (1576-1612), “Moğol” İmparatorluğu’nun = Büyük İmparatorluğun 1613 yılında kesin olarak bölünmesi ile bitmiş olan karışıklık dönemidir. Münzevi imparator suretinin yaratılması, herhalde o dönemin Batı Avrupa’sındaki politik mücadele yöntemlerinden biridir. Habsburg Hanedanı tam bu dönemde DEĞİŞMİŞTİ. Daha önceki zamana ait olan Habsburglar “Moğol” İmparatorluğu’nun = Büyük İmparatorluğun çarları-hanları idi. XVII. yüzyıldan itibaren Habsburglar, iktidara Reform hareketinin ayaklanmaları sırasında gelen Avrupa hükümdarlarıdır. İstatistiksel araştırmalarımız, Habsburg Hanedanı’nın vakayinamesinde XVI. yüzyıldaki belirgin homojenik kopmanın varlığını boşuna göstermemişti ki, [3], [1]’e bakınız, 1. cilt, bölümler 6:3,4.

Soylular arasında genel delilik olayı hiç yoktu. Tabii, tek tük olayların ortaya çıkması mümkün idi. Belki Albrecht Friedrich von Preußen gerçekten Moskova’dan gelecek Asurlu tenkil ordusundan korktuğu için delirmişti. Karışıklık, savaş, ayaklanma, “Moğol” İmparatorluğu’nun = Büyük İmparatorluğun kesin olarak bölünmesi gerçekleşmişti. İnsanlar kızışan durumu hissedip bu duruma uygun olarak davranıyorlardı. Ama bir müddet sonra, bu olaylar çarpıtılıp tarih sayfalarından kısmen silinince, daha sonra yaşayan tarihçiler soyluların davranışlarının garip, anlaşılmaz, deliliğe yakın olduğunu düşünmeye başladılar.

İmparatorluğun restore edilmesine yönelik teşebbüsler gerçekleştirilmişti. Stepan Razin’in Romanovlar ile savaşı, XVIII. yüzyılda ise “Pugaçöv’un” Romanovlar ile savaşı bunların en meşhurlarıdır. Razin eski hanedanın Rusya’nın güneyinde yerleşen son mensuplarının komutanı idi. Aşağıda dikkatinize pek bilinmeyen bir olguyu sunalım. Romanovların Razin ile savaşı dönemindeki en güvenilir orduları, Almanlar başta olmak üzere Batı Avrupalılardan oluşuyordu. Razin bozguna uğratıldıktan sonra imparatorluğun bölünmesi daha da derinleşmişti. Fakat bu, Batı ile Doğu arasındaki gerginliği yok etmemişti. İmparatorluğun en tutkulu taraftarları Osmanya’da-Atamanya’da bulunmuşlardı. XVII. yüzyılın sonunda imparatorluğun lehine olanlar Moskova’da da ortaya çıkmaya başlamışlardı. I. Petro da bunların arasında idi. Bu durumda Batı Avrupa daha önce müttefik olan Rus ile Türkiye arasına nifak sokmaya çalışmıştı. Onları birkaç yüzyıl boyunca birbirleri ile savaştırmayı başarmıştı. İmparatorluğun eski eyaletleri kendi haline bırakılmıştı. İmparatorluğun restorasyonuna yönelik son teşebbüs XVIII. yüzyılda gerçekleştirilmişti. O âna kadar ise ismi Moskova Tartaryası olan muazzam Orda Devleti hâlâ varlığını sürdürmekteydi. 1771 yılına ait olan Britanya ansiklopedisine göre o devlet dünyanın en büyük devleti idi [100], 2. cilt, s.682-684. O, dünya haritalarında XVIII. yüzyıla kadar tarif edilmekteydi. 1773 yılında başında “Pugaçöv” olan Orda ordusu Romanov Rusyası’na doğru sefere çıkmıştı. Bize bugün “köylülerin ayaklanması” olarak açıklanmakta olan ağır bir savaş patlak vermişti. 1775 yılında Romanovların, başında A.V. Suvorov’un kendisinin olduğu ordusu “Pugaçöv”u bozguna uğratmıştı. Orda’nın imparatorluğu yeniden kurmak için son teşebbüsü suya düşmüştü. Moskova Tartaryası ve Bağımsız Tartarya’ya ait olan toprakların hummalı bir paylaşımı başlamıştı. Romanovların ordusu Batı’dan Sibirya’ya gelmişti. Aynı zamanda, Birleşik Devletlerin ordusu daha önce Orda’nın kontrolü altında bulunan Amerika kıtasının kuzeybatı bölgesine girmişti.

Dolayısıyla  Rus’un  XVII.  yüzyılda  ve  XVIII.  yüzyılda  kesin  olarak  yenilişi,  bir taraftan politik açıdan, yani zafer kazanan tarafın adamları olan Romanovların tahta kuvvet yoluyla oturtulmaları ile, diğer taraftan ise ideolojik açıdan, yani tarihin sahte versiyonunun kurulması ve uygulanması ile pekiştirilmişti. Bu arada tarihin sahte versiyonu uygulanırken en önemli teknik araç kronoloji idi. Çarpıtılmış olan tarih XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşayan Rus toplumunun içinde şaşkınlık ve millet anlayışının yokluğu hissini uyandırmaktaydı.

Sonuçta Rus ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiler son derece değişmişti. Zafer kazanan taraf olan Batı Avrupa eski imparatorluğun diğer eyaletlerinde ideolojik önderliğini iddia etmeye başlamıştı. Bu faaliyetinin asıl amacı Büyük = “Moğol” İmparatorluğu ile ilgili tarihî anıları ortadan kaldırmak idi. Herhalde Avrupa’nın bu davranışları, bu imparatorluğun içindeyken itaatkâr halde bulunmuş olduğundan kaynaklanıyordu. İşte Batı’da tarihin uzun süreli ve sistemli plana uygun olan yeniden yazılması başlamıştı. Rus tarihi henüz ilk Romanovlar  iktidardayken  çarpıtılmıştı.  Tarihin  kesin  versiyonunu  ise  Miller,  Schletzer, Bayer gibi Alman tarihçileri ancak XVIII. yüzyılda oluşturmuşlardı. Durmadan Büyük=“Moğol” İmparatorluğu’na ait olan belgeler aranmaktaydı. Bulunur bulunmaz yok edilmişlerdi. Bu amaçla, yasaklanmış olan kitapların listeleri yayımlanmıştı. İnsanlar bunun gibi bütün kitapları ilgili komitelere vermek zorundaydı. Aksi takdirde takibe uğrayacaklardı. Toplanan  kitaplar  yok  edilmiş,  yakılmıştı.  Çok  geçmeden,  içinde  kitapların  yakıldığı  bu meşhur ateşlerde güya “kâfir kitaplarının yakıldığı” ilan edilmişti. Bu ateşlerin imparator engizisyonu tarafından yakıldığı hileli olarak bildirilmişti.

Skaliger-Petavius versiyonunu desteklemek için Batı Avrupa’da, görüş alanına giren bütün belgeleri yeni versiyona uyduran “bilimsel tarih okulu” kurulmuştu. Çoğu çelişkili belgeler ya yok edildikten ya da düzeltildikten sonra, zaman zaman ortaya çıkan “tuhaf” belgeler “Orta Çağ cahilliği” ile ilişkilendirilmeye başlanmıştı. Çağdaş tarih versiyonunun temeli olan belgelerin çoğu hâlâ Batı Avrupa belgeleridir. Ortaya çıkarmış olduğumuz gibi, bunun gibi bütün belgeler XVII-XVIII. yüzyıllarda önyargılı bir düzeltmeden geçmişlerdir. Bu olgu da çoğunlukla saklı tutulmaktadır. Diğer taraftan yalnız yardımcı kaynaklar olarak kullanılan orijinal eski Rus, Türk ve Arap kaynakları tarih biliminde hâlâ ikinci planda yer almaktadır. Bunların içinde güya “birçok saçma şey” vardır. Bize bunlara karşı dikkatli olmak gerektiği anlatılmaktadır. Gerçekte ise bu metinler yalnızca pek titiz bir şekilde düzeltilmemişti.

Tarihin düzeltilmesinin amacı, ilk önce eski Büyük = “Moğol” İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasının engellenmesi idi. İnsanlar imparatorluğun merkezinin bulunduğu yeri unutmalıydı. Roma İmparatorluğu’nun merkezinin “Eski” İtalya olduğu bildirilmişti. Yani imparatorluğun merkezi kâğıt üzerinde Batı Avrupa’ya yerleştirilmişti. Bundan sonra Rus çarlığının sınırlarının genişletilmesine yönelik, bilinçaltındaki eski imparatorluğu yeniden kurma isteklerine sıkça dayanmakta olan bütün teşebbüsler, “Rus saldırısı” ya da “Türk saldırısı” olarak görünür olmuştu. Düşmana kendimiz için uygun olan sahte fikirlerin kabul ettirilmesi gayet etkili bir yöntemdir.

Tarihin çarpıtılmasına yönelik program şu şekilde uygulanmıştı. İlk önce suni “eski kronoloji” uydurulmuştu. Buna göre XIII-XVI. yüzyılları ve Büyük = “Moğol” İmparatorluğu’nu anlatan birçok tarih belgesi uzak geçmişe gönderilmişti. Böylece güya IV- V.  yüzyıllara  ait  olan  “eski”  Büyük  hayalet  Slav  fethi  ortaya  çıkmıştı.  Bu,  Kavimler Göçü’dür, Mısır’ın Hiksoslar tarafından “Milat’tan sonraki dönemden” güya çok önce ortaya çıkan fethedilmesidir. Suni olarak uzatılmış olan kronoloji, gerçekte XII-XVI. yüzyıllarda yer alan olayların uzak geçmişte hayalet yansımalarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. TAHRİF EDİLMİŞ OLAN “DOĞRU” TARİHİN YAZILMASINA YÖNELİK TÜM FAALİYET FİİLEN TÜM AVRUPA’YI KAPSAYAN BİR DEVLET PROGRAMI İDİ. BU DA, BATI AVRUPA’NIN FARKLI ÜLKELERİNDE YAŞAYAN TARİHÇİLERİN VE ROMANOVLAR DÖNEMİNİN TARİHÇİLERİNİN YAPTIKLARI İŞLERDE GÖZLENEN BİRÇOK KONUDAKİ UYUMU AÇIKLAMAKTADIR.

Reformcular, XV-XVI. yüzyıllara ait olan tarih üzerinde büyük özenle çalışmışlardı. Bunun sebepleri de anlaşılmaktadır. O dönem, anısı acımasızca yok edilmiş olan “Moğol” = Büyük  İmparatorluğu’nun  altın  devri  idi.  Skaliger ders kitabının  sayfalarında o  dönemin gerçek tarihinden hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Ortaya çıkmış olan boşlukların acil bir şekilde doldurulması gerekiyordu. İşte bu doldurma, XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşayan tarihçilerin çalışma odalarında gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla XV-XVI. yüzyıllara ait olan dönemin büyük oranda oraya XVII. yüzyıldan geçen hayaletlerle, olayların yansımaları ile doldurulmuş olması şaşırtıcı değildir. Her tahrifçi bilinçli ya da bilinçsiz olarak etrafındaki gerçeklikten aldığı suretleri kullanmaktadır. Güya XVI. yüzyıla ait olan kitaplar XVII. ya da XVIII. yüzyıllarda yayınlanmış ya da yeniden yayınlanmıştı. Üstelik XVII-XVIII. yüzyıllarda yayınlanmış olan kitaplara kasıtlı olarak XVI. ya da hatta XV. yüzyıllara ait olan sahte tarihler yazılmıştı. Böyle Kutsal Kitaplar ve parlak örnekler “Kutsal Kitap Rusu” kitabımızda gösterilmiştir [8]. Başka, yine çok parlak bir örnek Batlamyus’un Almagest’idir, ayrıntılar için [4]’e bakınız ve onun Coğrafya’sıdır, ayrıntılar için [1]’e bakınız, cilt 1, 15. bölüm. XV- XVI. yüzyıllara ait olan kitaplar ve elyazmaları mümkün olduğu karar aranıp yok edilmişti. Herhalde XV-XVI. yüzyıllara ait olan kitapların çoğunun oldukça net “imparator damgası” vardı. Mesela Rus imparatoruna-hanına ait olan, ya da böyle bir şeye benzer olan bir yazı. Tabii,   XVII-XVIII.   yüzyıllara   ait   olan   ve   yeniden   basılan   kitaplarda   bütün   bunlar kaldırılmıştı. Eski imparatorluk tarihi konusuna değinen her metnin esaslı düzeltmeleri gerçekleştirilmişti.

Batı Avrupa’nın tarihi bu şekilde tasvir edilmişti. Batı Avrupa tarih ders kitaplarının sayfalarında Büyük Rus-Orda Hanı’nın, sırf “Avusturya Habsburg imparatoru” olduğu bildirilmişti. Böylece bütün Büyük=“Moğol” İmparatorluğu’nun yaptıkları otomatik olarak sadece Batı Avrupa’ya hamledilmiş oluyordu. Gerçekte XIV-XVI. yüzyıllarda oraya ancak Rus-Orda çarının-hanının insanları oturmuşlardı. Avrupa’da imparatorun var olması, Avrupa’nın imparatorun iktidarındaki eski bütünlüğü, Avrupa’da çok sayıda Slavın bulunması vs. gibi önemli tarihsel olguların Batı Avrupa ve Romanov ders kitaplarının sayfalarında kalmış   olduğunu   kaydetmek   gerekir.   Ama   bu   olayların   açıklanması   büyük   oranda çarpıtılmıştı. Olayların kronolojisi sıklıkla çok fazla çarpıtılmıştı. Sonuçta gerçek tablo tanınmayacak kadar değişmişti.

“Eski  Çağ  döneminde  yaşayan  yazarların  eserlerini  nereden  bildiğimiz”  sorusunu kendi kendimize soralım. Profesör V.V. Bolotov tarafından “Eski Çağ Kilisesi Hakkında Dersler” çerçevesinde oluşturulmuş olan ayrıntılı bir açıklamaya bakalım [19]. V.V. Bolotov biçimsel olarak yalnız kilise tarihine ait kaynakları araştırmaktadır. Fakat “Eski Çağ” ve Orta Çağ kaynaklarının ezici çoğunluğu kiliseye ve kilise tarihine ait idi. Ayrıca bugün kabul edilmiş olan tarih kronolojisi ve tarihin Skaliger versiyonu ilk önce tam da kilise kaynakları temelinde kurulmuştur [17], [18].

“Eski Çağ” kaynaklarının yayımlanmış baskılarının tarihinde (olayların doğal bir şekilde geçmesi halinde, yani daha önce SÜREKLİ YENİDEN YAZILAN kitapların, kitap basımı geliştikçe BASILMAYA BAŞLAMASI halinde olması gerektiği gibi) bunların, başından itibaren birbirinden kopuk veya rastlantısal olmadığı olgusu dikkat çekmektedir. Gerçekten enteresandır. Bir yerde biri bir kitap bastırmış olmalı idi. Başka yerde ise başka biri bağımsız olarak başka bir kitap bastırmış olmalı idi vs. Ancak sonra, belli bir zaman geçince ayrı kitapları toplayarak bunlara dayanan ÇOK CİLTLİ TEMEL bir sistemi oluşturan insanlar ortaya çıkmaktadırlar. Tam tersine Eski Çağ tarihinin kasıtlı olarak TAHRİF EDİLMESİ HALİNDE  (ve  bundan  dolayı  eski  metinlerin  düzeltilip  taklit  edilmesi  halinde)  basılı kitapların durumlarını gösteren tablo büyük ihtimalle ters olacaktır. Yani “doğru kitapların” birçok ciltten oluşan külliyatı hemen yayımlanmış olacaktır. Üstelik yayımlanmaları kaotik bir şekilde değil, konsantre bir şekilde, bir-iki merkezde gerçekleştirilecektir. Her merkezin özel, sadece bir tane ihtisas alanı olacaktır. Tahrif etme sürecinin kontrol edilmesi daha kolay olsun diye. Sonra ise tespit edilmiş olan bu resmi listeler bazında, yayımlanmaya izin verilmiş olan tek tük kitapları yeniden basan, birbirinden ayrı bir şekilde şu ya da bu ayrı baskılar ortaya çıkacaktır.

“Eski Çağ” metinlerinin baskısının XVII-XIX. yüzyıllardaki tarihinde tam olarak İKİNCİ TABLO ile karşılaşmaktayız [19]. Yani şimdi anlaşılmış olduğu gibi, düzenli tahrifat ile karşı karşıyayız. Mesela, V.V. Bolotov’un bildirdiği gibi, “papazların ve kilise yazarlarının eserleri TA BAŞLANGIÇTAN ÇOK CİLTLİ bir şekilde çıkmıştı” [19], 1. cilt, s.118. XIX. yüzyılın ortasında Fransız abbatı J.P. Migne’nin “Patrologia”sı çıkmıştı. Bu eser birkaç yüz ciltten ibaret idi. Daha doğrusu, Latin yazarlarının eserlerinden ibaret olan 221 cilt ve Yunan yazarlarının eserlerinden ibaret olan 161 cilt çıkmıştı [19], 1. cilt, s.119. O zamanlardan beri, yani XIX. yüzyılın ortasından beri bütün araştırmacılar, el yazıları ve daha önceki baskılar genelde ulaşılmaz olduğu ya da “uygun” olmadığı için daha çok J.P. Migne’nin baskısını kullanmaktadır [19], 1. cilt, s.119.

Abbat J.P. Migne’nin “Patrologia”sını hangi kaynaklara dayanarak yayımladığına dair doğal bir soru ortaya çıkmaktadır. İşte bu anda çok enteresan bir keyfiyet meydana gelmektedir.   J.P.   Migne’nin,   Benedikt’in   Tarikatı   tarafından   hazırlanan   XVII-XVIII. yüzyıllara ait Benedikt baskılarını yeniden yayımladığı ortaya çıkmaktadır [19], 1. cilt, s.120. Bunları da daha uygun, çağdaş bir şekilde yayımlamıştı. V.V. Bolotov, “J.P. Migne’nin “Patrologia”sını değerlendirirsek, en büyük değeri ilk önce pratikliğinde ve kullanım kolaylığındadır”  diye  yazmaktadır.  J.P.  Migne  dünyayı  Benedikt  rahiplerinin,  boyutları devasa olduğu için kullanımları hiç uygun olmayan kalın kitaplarından kurtarmıştır... Genelde en  iyi  Benedikt  baskılarını  almıştı.  Gerektiğinde  daha  sonraki  dönemde  yaşayan  bilim adamları tarafından basılmış olan, Benedikt rahiplerinde eksik kalan papazların eserleri eklenmişti [19], 1. cilt, s.120.

Demek   ki,   gerçek   ORİJİNAL   ESER   J.P.   Migne’nin   baskısı   değil,   Benedikt baskılarıdır. J.P. Migne bu baskıyı sadece yeniden basmıştı. Benedikt rahiplerinin ise eski elyazmalarını yeniden basmakla kalmayıp onları ESASLI BİR ŞEKİLDE DÜZELTTİKLERİ DE bilinmektedir. Mesela, eğer bir papaz metinde Kutsal Yazının Vatikan listelerine UYMAYAN yerinden bahsederse, Benediktler bu yerin yanlış olduğunu düşünüp onu (Yunan papazlarının eserlerinde) Kutsal Kitap’ın Sistina baskısına göre ya da (Latin papazlarının eserlerinde) Vulgata’ya göre rahat bir şekilde düzeltirlerdi [19], 1. cilt, s.121.

Demek ki durum şöyledir: XVII-XVIII. yüzyıllarda aynı yerde ve yalnız bu yerin içinde  kilise  papazlarının  bütün  eserleri  Benedikt  papazları  tarafından  ESASLI  BİR ŞEKİLDE DÜZELTİLMİŞ VE YAYIMLANMIŞTI. Mesela, Benedikt papazları bütün alıntıları Kutsal Kitap ile karşılaştırıp kontrol etmişlerdi. Bu alıntıların çağdaş Kutsal Kitap ile birbirini tutmaması halinde “onları Kutsal Kitap’a uyduruyorlardı”. Bugün Kutsal Kitap’ı alıntılayan eski bir metnin baskısını açtığımızda, bu alıntıların Kutsal Kitap Kanunu’na çok iyi bir şekilde uyduğunu görmemiz şaşırtıcı değildir. “Eski” yazarlar, Kanun’u o kadar doğru bir biçimde alıntıladığı için, Kanun’un tam bu şekliyle çok eskiden beri var olduğunu düşünmeye  başlıyoruz.  AMA  GERÇEKTE  BU  SAHTEKÂRLIKTIR.  Çünkü  eski  gerçek metni değil, Benedikt rahipleri tarafından DÜZELTİLMİŞ OLAN metni okuyoruz. Ya da bu metnin XVII-XIX. yüzyıllara ait bir sahtekârlık olması da mümkündür. Bu da bir ya da iki eski  metin  değil  bütün  eski  metinler  için  geçerlidir.  J.P.  Migne  tarafından  “Benedikt rahiplerine göre” yayımlanmış olan cilt sayısı (bu sayı da hemen hemen 400 cilde denktir) bu faaliyetin büyük boyutlarını göstermektedir.

Benedikt rahipleri papazların eserlerini yapmakla görevlendirilirken mesela hagiograf eserlerinden, yani azizlerin yaşam öykülerinden Bollandist cizvit tarikatı sorumlu idi. Yani başlarında, 1665 yılında ölen Boland’ın olduğu Flaman Cizvitleri [19], 1. cilt, s.136. 1643 yılından 1794 yılına kadar 53 cilt “Vita” (“Yaşam öyküsü”) çıkmıştır. Bu “Vitalar” Ocak’tan Ekim’in ortasına kadarki dönemi, yani azizlerin yaşam öykülerinin üleştirilmiş olduğu hemen hemen tüm yılı kapsamıştı. 1794 yılındaki Fransız devrimi bu tekel şeklindeki “tarih faaliyetine” son vermişti [19], 1. cilt, s.137. Yani bu kilise-tarih doğrultusunda bir merkezin tam tekeli oluşmuştu.

Gördüğümüz  gibi,  bir  anda  birkaç  daire  “doğru  tarihin  yapılması”  ile görevlendirilmişti. Birinci dairenin ihtisas alanı kilise tarihi idi. Diğer dairenin ihtisas alanı ise yaşam öyküleri idi. Falan filan. Herhalde zaman zaman “tarihî dairelerin” çalışması, düzenlenen ortak toplantılar ile uyumlu hale getiriliyordu. Bu toplantılarda daha sonra yapılacaklar konusunda talimatnameler de verilmişti.

Daha önemli olaylarda ise “tarihî proje”nin yöneticilerinin kendileri çalışmışlardı. Mesela, Kayseryalı Eusebius’un, Yunanca orijinalini “Yunanlıların her zamanki gibi kaybettiği” “Vakayinamesi” [19], 1. cilt, s.145, bizzat Skaliger tarafından yeniden yazılmıştı. Gerçi bugün tarihçiler Skaliger’in bu Vakayiname’yi yalnızca “yeniden kurmaya çalıştığını” söylüyorlar. Yalnız güya bir şey yapamamıştı. Güya eninde sonunda bırakmıştı. Ama sonra

1787 yılında her şeye rağmen Eusebius’un Vakayinamesi “bulunmuştu”. Onun Ermenice çevirisi. Yani Skaliger Kayseryalı Eusebius’un metnini “yeniden kurmaya çalıştıktan hemen hemen 100 yıl sonra” bulunmuştu. Büyük ihtimalle, 1787 yılında BİZZAT Skaliger tarafından YAZILMIŞ OLAN metin bulunmuştu. Hemen bu metnin Kayseryalı Eusebius’un “gerçek” vakayinamesi   olduğu   ilan   edilmişti.   Bu   “bulunmuş   olan   vakayiname”nin   görünüşü, sahtekârlık şüphelerini güçlendirmektedir. Güya parşömen kâğıdı üzerine, yani pahalılığından dolayı oldukça değerli olan malzemenin üzerine yazılmıştı. Aynı zamanda “Kayseryalı Eusebius’un” kronoloji tabloları tam da Skaliger’in okulu tarafından XVII-XVIII. yüzyıllarda yayımlanmış olan tablolar gibi görünmektedir. Yani, içinde çok sayıda dikey sütun bulunan sayfalar. Her sütun ayrı bir ülkenin kronolojisine ya da belli “bir olay akışına” aittir. Üstelik parşömen kâğıdının neredeyse her yerinin BOŞ kaldığı görülmektedir. Çünkü çok olay bilinmemekte idi. V.V. Bolotov pek haklı olarak, “Eserlerin bu şekilde yazılmış olmaları onların değerini büyük oranda artırıyordu çünkü ÇOK BOŞ YER KALIYORDU. BU DA PARŞÖMEN KÂĞIDININ PAHALILIĞINI GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURUNCA göze çarpıyordu” [19], 1. cilt, s.145, diye şaşırmaktadır. V.V. Bolotov’un sonra belirttiği gibi, mutat müstensihlerin güya altı yüzyıl içinde metni bu şekilde yeniden yazmak durumunda olmaları  şüphelidir  [19],  1.  cilt,  s.145.  Her  şey  anlaşılmaktadır.  Bu  gibi  tablolar  yalnız BASILI YAYINLAR döneminde, yani Skaliger döneminde, XVII. yüzyılda ortaya çıkmıştı. Kayseryalı Eusebius’un, tabii tarif ettiğimiz şekilde değil, başka bir şekilde herhalde var olan gerçek vakayinamesi büyük ihtimalle yok edilmişti. Onun yerine ise bize XVII. yüzyıla ait olan sahtekârlığı teklif ediyorlar.

Bu “faaliyet” hiç de zararsız bir faaliyet değildi. V.V. Bolotov’un bize sonra bildirdiği gibi,  “TARİHÇİLERİN  ELLERİNDE  GEREKEN  ZAMAN  DÖNEMLERİ  İÇİN  VAR OLAN TARİHLERİN yaklaşık DÖRTTE ÜÇÜ KÖKENLERİNİ EUSEBİUS’UN VAKAYİNAMESİNDEN ALMAKTADIR” [19], 1. cilt, s.151, yani şimdi anlamaya başladığımız gibi Skaliger’in KANITSIZ OLARAK XVII. yüzyılda teklif ettiği tarihlemelere dayanmaktadır.  Çünkü  bu  tarihlemelerin  herhangi  bir  kanıtı  gerçekten  YOKTUR.  Bize “kanıt” diye büyük ihtimalle XVIII. yüzyılda “bulunmuş olan” SAHTE metni teklif ediyorlar.

V.V. Bolotov’un şu sözlerine de dikkat çekmek gerekmektedir: “Eski Çağ vakayinameleri yayımlanırken sıkça ... KAYBOLMUŞTU” [19], 1. cilt, s.129.

Şimdi XIV-XVII. yüzyıllara ait gerçek tablo açıklığa kavuşmaya başladıkça, yeni zamanın tarihi de bambaşka görülmeye başlamaktadır. İlk sırada Rusya’nın ve Türkiye’nin tarihi vardır. Bu ülkelere karşı uygulanmış olan yöntemin ideolojik rolü anlaşılmış oluyor. Tarihi çarpıtmadan Reform Hareketinin Batı Avrupa ayaklanmasının zaferi kesin olamazdı. Tarih çarpıtılmasaydı bir zaman Rus’ta ve Türkiye’de İmparatorluğun yeniden kurulması konusundaki fikirlerin ortaya çıkması mümkün kalırdı. Bunu önlemek için beceriyle yapılıp uygulanmış olan yöntem, yani sahte tarih kronoloji versiyonu yardımıyla, Rus ordusu Türkiye ile savaşa sürüklenmişti. Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlayan şey tam da bu hareket idi.

İmparatorluğun bağımsızlığı kazanan bölgelerinde, zaman geçtikçe anılar giderek daha bulanık hale gelmiş ve bazen “KENDİ, yerli İmparatorlukları” hakkındaki anılar olarak algılanmıştı.  Araplar  KENDİ  Arap  İmparatorluğu’nu  hatırladıklarını  düşünmeye başlamışlardı. Almanlar Alman milletinin KENDİ kutsal İmparatorluklarını, Çinliler KENDİ Evren İmparatorluklarını hatırladıklarını düşünür olmuşlardı. Falan filan. Bütün bu KENDİ İmparatorlukları güya çok farklıydı ve farklı tarihî dönemlerde yer almıştı. Demek ki, bir Büyük İmparatorluk kâğıt üzerinde çok sayıda yerel, lokal İmparatorluğa dönüşmüştü. Bunlar da büyük imparatorluklardı.

Tarih ve kronoloji, Rusya’ya ve Türkiye’ye karşı başarı ile uygulanmış olan, etkisi uzun süren güçlü bir ideolojik silaha dönüşmüştü. Bu “silah”, yanlış tarafa yönlendirerek direniş göstermek ihtimalini yok edip değer sistemini değiştirmiş ve aşağılık kompleksini uygulama alanına sokmuştu. XVII. yüzyılda Rus’u-Orda’yı birçok küçük devlete ayırmak girişiminde   bulunulmuştu.   Ama   sonra   bunlardan   çoğu   yine   eski   merkezin   etrafında birleşmişti.  Romanovların  Rus  İmparatorluğu  ortaya  çıkmıştı.  XVII-XVIII.  yüzyıllardan itibaren Batı Avrupa’nın Rusya ve Türkiye üzerindeki kültürel üstünlüğü fikri kökleşmeye başlamıştı.

Gerçekte aynı Büyük=“Moğol” İmparatorluğu’ndaki Türkçülüğün derin kökenleri vardır. Bunlar Türk dilleri konuşan milletlerin, bir zamanlar (mamafih o kadar uzak zamanlar değil) tek bir Büyük İmparatorluğun içinde olduklarına dair anılarıdır. Yeni Kronoloji’ye göre Türkler Rus-Orda’nın alanından çıkıp büyük = “Moğol” istilaları dalgasında Avrasya’ya dağılmışlardır. Rus’ta Türk dilleri grubuna ait olan Tatar dili, bugünkünden çok daha yaygın idi, ama Romanovlar onu büyük oranda ezmişlerdi. Buna rağmen Rus’ta, dilleri Türk dil grubuna ait olan çok millet kalmıştı.

Bazen Rusya’nın nereye, yani Avrupa’ya mı Asya’ya mı, Doğu’ya mı Batı’ya mı ait olduğu sorusu sorulmaktadır. Yeni görüş bu sorunun tarihî kökenlerinin başka bir şekilde anlaşılmasına yol açmaktadır. Hem Avrupa hem de Asya bir zamanlar tam da Rus’tan- Orda’dan çıkan askerler tarafından ele geçirilmişti. Dolayısıyla mesela Doğu âdetleri olduğu düşünülen birçok âdet yalnızca unutulmuş eski Rus-Orda gelenekleridir. Zamanında hem Avrupa hem de Asya, Rus-Ataman “Moğol” İmparatorluğu’nun bölgeleri idi. Eyaletlerin nüfusunun büyük bölümü, özellikle yerli soylular XIII-XIV. yüzyıllardaki Rus-Orda fatihlerinin torunlarından ibaret idi. XIV-XVI. yüzyıllarda Rus’un yüzü hem Batı’ya hem de Doğu’ya dönüktü. İşte mesela XIV-XV. yüzyıllar döneminde Doğu ile Batı arasında Rus’ta yer  alan  ticaret  düzenlenmişti.  Bu   ticaretten  alınmakta  olan  vergiler  İmparatorluğun hazinesine  gönderiliyordu.  Bütün  İmparatorluk  alanından  böyle  dolaylı  ve  yumuşak  bir şekilde vergiler alınmıştı. İşte bu, Rus’un Doğu ile Batı arasındaki coğrafi konumunu ve onlara etkisini ne kadar becerikli bir şekilde kullandığını gösteren tarihî örneklerden biridir. Rus, tarihî anlamda ne Doğu ne de Batı’dır. Rus’un komşularından farklı olan kendi tarihi vardır. Türkiye ile birlikte uzun zaman boyunca Avrasya’nın ve Amerika’nın büyük bir bölümünün hükümdarı olan Rus yalnızca bir tarafı tercih etmemiş, aksine hem Doğu hem de Batı ile sıkı bir işbirliği yapmıştır. İşte hem Doğu’ya hem de Batı’ya bakan iki başlı kartalın her dönemde Rus arması olması boşuna değildir.

Haçlı seferleri ve din savaşları hakkındaki görüşler, zamanında tek devleti yok eden ana fikirler olarak ortaya çıkmışlardı. İmparatorluğun çöküşünün XVI-XVII. yüzyıllarda yaşayan ideologları bunu iyi anlamış ve İmparatorluk parçalanırken kullanmışlardı. Onlar din anlaşmazlığını bahane edip Büyük=“Moğol” İmparatorluğu’ndan ayrılma propagandası yapmışlardı. İmparatorluğun din politikası, yükselişi ve altın devri sırasında bambaşka idi. İmparatorlukta  dinsel  hoşgörü  prensibi,  dinî  duygular  alanına  karışmama  ve  kiliselerin yanyana yaşaması prensipleri egemen idi. Devletin içinde başlangıçta birleşik olan Hristiyanlığın aynı anda birkaç farklı dalı yanyana yaşıyordu. Bu dallardan her birinin Çarın- Hanın  himayesi  altında  yer  aldığı  düşünülmekteydi.  Yeni  Kronoloji’ye  göre  Hristiyanlık birkaç dala oldukça geç, ancak XV-XVI. yüzyıllarda ayrılmıştı. Fakat bu olay XVI. yüzyılın ortasındaki Reform hareketi çerçevesinde dinî sloganların ilk kez tek devletin parçalanması için kullanıldığı ayaklanma patlak verinceye kadar İmparatorlukta herhangi bir din savaşına yol açmamıştı.

Ortodoksluk ile Müslümanlığın birbirlerinden bugün düşünüldüğünden daha geç ayrıldıkları anlaşılmaktadır. İlk başta tek olan dinin bu iki dalı, aralarındaki ortaklığı uzun zaman boyunca sürdürmeye devam etmişti. Ortodoksluk ile Müslümanlığın XV-XVI. yüzyıllardaki yakınlığının çok sayıda izi birçok belgede yer almaktadır. Özellikle Türkiye’de ve İran’da. Bir taraftan Ortodoksluk ile Katolikliğin, diğer taraftan ise Müslümanlığın karşı karşıya getirilmesi, Rusya ile Türkiye arasında kavga çıkmasına yönelik XVII-XVIII. yüzyıllarda başarılı ile uygulanmış olan bir yöntemdir. Bu da yine Batı’nın Rus-Orda ile mücadele şekillerinden biridir.

Dilin ve kültürün halkın tarihindeki rolü. Bir örnek verelim. Şimdi anladığımız gibi, Almanya’nın çağdaş nüfusunun büyük bölümü XIII-XIV. yüzyıllarda yaşayan Slavların- fatihlerin torunlarıdır. Bir zamanlar Slav dilinde konuşuyorlardı, fakat bugün konuştukları dil artık farklıdır. DİLİNİ VE KÜLTÜRÜNÜ DEĞİŞTİRDİKTEN SONRA milleti korumak imkânsızdır. Bambaşka bir millete dönüşecektir. Yeni dil ve kültür eski dilden ve kültürden ayrıldıkça  yeni  millet  eski  milletten  hep  daha  farklı  olacaktır.  Bunun  gibi  programlar gençlerin okullarda yetiştirilmesi vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir.

Tüm dünyanın insanları üzerinde uzun zaman boyunca çalışıldıktan sonra, güya yaradılışında var olan genetik kininden ötürü dünyadaki etki alanını devamlı olarak genişletmeyi hedefleyen “saldırgan Rusya” imajı ortaya çıkmıştır. Doğru Orta Çağ tarihinin bilincine varılması, birikmiş olan birçok yanlış anlamayı açıklamaktadır. Mesela, Rus ile Türkiye arasındaki birliğin tarihsel bakımdan daha sıkı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu olgu bugün unutulmuştur. Ama Yeni Kronoloji’den anlaşıldığı gibi, Slavcılık ve Türkçülük zaten aynı şeydir. Çünkü güya IV-V. yüzyıllardaki Büyük Slav İstilası ve XIII-XIV. yüzyıllardaki Büyük Türk “Moğol” İstilası gerçekte Volga’nın kıyılarından, Vladimir-Suzdal Rusu’ndan çıkmış olan Rus, Slav-Türk İstilasıdır. Eski Rus-Orda İmparatorluğu’nda Slavlar ile Türkler her zaman iyi anlaşmaktaydılar.

Devam edelim. Rus’un Çin ile sağlam ortak bir geçmişi vardır. Büyük İmparatorluk döneminde Çin onun bir parçası idi. Ancak İmparatorluk parçalandıktan sonra, Romanovlar döneminde ayrılmıştı. Mançu hanedanı döneminde Çin’in Romanov Rusyası’na karşı düşmanlığı, Mançu hanedanının Rus-Orda’dan çıkıp eski Rus-Orda hanedanının parçası olmasıyla açıklanmaktadır. Sonra Mançular Çin’e asimile olmuşlardı, ayrıntılar için “İmparatorluk” kitabımıza bakınız, [6], [2] ya da [1], 5. cilt.

İmparatorluğun mali sistemi ve muhasiplerin sınıfı konusundaki son derece enteresan meseleye dikkat çekelim. XIV-XVII. yüzyıllara ait tarihin yeni kavranışı, mesela Yahudilerin Orta Çağ dönemindeki yerleri dâhil olmak üzere birçok soru ile ilgili düşüncelerimizi esaslı bir şekilde değiştirmektedir. Birçok insan bu soru ile ilgilenmişti ve hâlâ ilgilenmektedir. Genel bir görüşe göre, Yahudiler uzun zaman önce, pek anlaşılmayan sebeplerle bütün dünyaya yayılan dinî bir cemaattir.  Ama bu genel görüşün tatmin edici kabul edilebilirliği şüphelidir. Her zaman bununla ilgili çok soru vardı. Bütün dünyaya yayıldıktan sonra kaybolmayan tek dinî cemaat niye tam da bu cemaattir? Din savaşı sayısı fazla idi ki. Birçok din akımı ateşle yok edilmişti. Eski Yahudi Devleti çok büyük olsaydı tüm tablo daha anlaşılır olacaktı. O zaman Yahudiler kalabalık olduklarından kaybolmazlardı. Fakat bize Eski Yahudi

Devleti’nin çok küçük olduğunu söylüyorlar. İnsanlık tarihinde bunun gibi yüzlerce küçük devlet yok edilmişti. Yahudi cemaati ise ayakta kalmıştı. Üstelik bütün uygar ülkelere yayılmıştı. Hem de bütün ülkelerde siyasal-toplumsal hayatta, bilimde ve kültürde göze çarpar bir tutum almaktadır. Ve elbette mali sistemde de.

Şimdi buna, Büyük = “Moğol” İmparatorluğu’nun, yani XIV-XVI. yüzyıllardaki Rus- Orda Çarlığı’nın tarihi konusunda öğrendiğimiz bilgiler açısından bakalım. Acaba bu İmparatorlukta çağdaş Yahudilerin ataları nasıl bir yer tutmaktaydı?

Bu soruya şöyle bir cevabın verilmesi mümkündür. Herhalde Büyük İmparatorluğun bünyesinde karınca yuvası ya da arı kovanı fikri görülebilir. Yani şu ya da bu özel faaliyetle uğraşan   sınıflar   (kastlar),   kalıtsal   soylar   oluşturulmuştu.   Herhalde   kast   İmparatorluk sisteminin izleri bir şekilde asker, işçiler, rahipler vs. kastları ile meşhur olan Hindistan’da hâlâ yer almaktadır. Yakın Rus tarihinde bunun gibi en az bir örnek verebiliriz. Papazlar sınıfı, kastı söz konusudur. Rus’ta XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar yalnız annesi papaz kızı, babası da papaz oğlu olan biri papaz olabiliyordu. Yani bir adamın hem annesinin hem de babasının bu kasta ait olması gerekiyordu. Bu kanun ancak XIX. yüzyılda kaldırılmıştı. Bir zamanlar bu keyfiyet Rus topluluğunda geniş bir şekilde tartışılmıştı. Tartışmanın yankıları N.S.  Leskov’un  eserleri  dâhil  olmak  üzere  XIX.  yüzyılda  yaşayan  Rus  yazarlarının eserlerinde bulunabilmektedir.

Herhalde çağdaş Çingenelerin ataları, meslek klanının başka bir örneğidir, [1]’e bakınız, 6. cilt, bölüm 18:11. İmparatorluğun binlerce kilometrelik ticari kervan yollarında hizmet ederlerdi. Doğuştan gelen devamlı olarak hareket etmek, atların yanında olmak hevesleri, devlet sınırlarını kabul etmeleri buradan geliyor. İmparatorluk parçalandıktan sonra mesleğin kendisi ölüp gitmişti, fakat bu meslek klanının torunlarının kafalarında atalarının faaliyet alanları konusundaki bulanık anılar hâlâ yer almaktadır.

Herhalde Romanovlardan önceki Rus-Orda İmparatorluğu’nda başka kastlar ve meslek atölyeleri de vardı. Mesela, İmparatorluğun maliye, banka sınıfı elemanları vardı. Bunlar İmparatorluğun hazinesine ve Avrasya’nın, Afrika’nın ve Amerika’nın bütün alanına yayılmış olan muhasebesine bakarlardı. Düzene koyulmuş finans mekanizması olmadan devasa İmparatorluğun çalışmasının imkânsız olduğu apaçıktır. Düzene koyulmuş finans mekanizmasının içinde sadece Yaroslavl=Velikiy Novgorod şehrinde yer alan Büyük Çar’ın- Han’ın sarayındaki merkezi idari-maliye kadroları değil, o dönemin bütün uygar dünyasına yayılmış  olan  birçok  yazıhane-muhasebe  bürosu  de  vardı.  Amerika’dan  Çin’e  kadar.  Bu finans mekanizmasının çalışmasını gösteren örnekleri [6]’da verdik. Ayrıca [1]’e bakınız, 5. cilt, bölüm 12:4. Finans mekanizması Batı ve Doğu ile ticaretin düzenlenmesi, haracın alınması,  maaşların  ödenmesi,  değerli  metaller  akımlarının  kontrol  edilmesi,  orduya  para temin edilmesi gibi işlemleri kapsıyordu. Tabii bu iş detaylara büyük bir dikkat, özel mesleki bilgiler ile hesaplama yetisi gerektiriyordu ve finansal disiplini bozanlara karşı özel bir sertlik uygulanıyordu. Mesela, Talmud’da parlak bir şekilde görülen belki karmaşık, formalize edilmiş kural sistemlerine eğilim buradan kaynaklanmaktadır. Elbette bütün bu devasa imparatorluk sisteminin “kanı” para idi. Nesiller boyunca “para ile uğraşan” insanların, tabii ki, her zaman paranın yanında olmak hevesleri oluşmuştu. Çağdaş dünyanın para sistemi ile ilgisi olan insanlar arasında herhalde eski imparatorluk finans sınıfının birçok torunu vardır. Bunların bankacılık sistemindeki sayısı da çok olmalıdır.

Bir mesleki atölyenin içinde doğal olarak dinî bir cemiyetin ortaya çıkması mümkün idi. Bu dinî cemiyet sonra çağdaş Yahudiliğe girmişti. İtalya’da dinsel hoşgörü prensibinin geçerli olduğunu ve hiçbir dinin takip edilmediğini hatırlatalım. Ama bize yine de şunu sorabilirler: O zaman mesela İmparatorluğun bütün askerlerinin bağlı olacakları “askerî din” niye ortaya çıkmamıştı ki? Bu soruya şöyle bir cevap verelim: Burada herhalde faaliyet türü büyük bir rol oynamıştı. Maliyecilerin, İmparatorluğun para sisteminde çalışanların iç sınıfsal bağlantılarının mesela askerlerin meslek kastındaki bağlantılarından çok daha güçlü olduğu bellidir. Örneğin, o dönemin Amerika’sında ve o dönemin Avrupa’sında yaşayan bankacıların bağlantıları, o dönemin Amerika’sında ve o dönemin Avrupa’sında yaşayan askerlerin bağlantılarından  daha  sıkı  idi.  Burada  şaşırtıcı  bir  şey  yoktur.  Sadece  farklı  faaliyet karakterleri söz konusuydu. Dolayısıyla İmparatorluğun mesleki bünyeleri arasında finans sınıfının seçkin, özel bir kast olduğu bellidir. Başka sınıflarda farklı dillerin yer almaları mümkün  idi.  Finans  yapısı  ise  dil  konusunda  herhalde  daha  homojen  idi.  Mamafih Yahudilerin de dinsel anlaşmazlıkları vardı ve hâlâ da vardır.

İmparatorluktaki finans yapısının özel, ayrı bir devlete neden ihtiyacı olmadığı besbellidir. Bir anlamda öyle bir şeye sahip idi. Bu, düpedüz bütün İmparatorluk idi. Herhalde çağdaş kosmopolitizm bir dereceye kadar bir miras ve İmparatorluğun Amerika’dan Çin’e kadar tüm alanına yayılmış olan devasa mesleki finans faaliyeti hakkındaki bir anıdır. Doğum yerine, ataların toprağına zayıf bir bağlılık ve yaşam yerini kolay değiştirme imkânıdır. İmparatorluk döneminde İmparator muhasibinin meslek alanı bütün bunları doğal olarak açıklamıştı.  İmparatorluk  hazinesinin  çalışanları  sıkça  bir  yerden  başka  bir  yere yerleşmişlerdi, İmparatorluğun en uzak köşelerine çalışmaya falan gönderilmeleri mümkün idi. Bununla birlikte, kaçınılmaz beraberlik daima belirli bir içe kapanıklık hevesi ortaya çıkardı.

Böylelikle  şöyle  varsayımsal  bir  tablo  ortaya  çıkmaktadır.  XIV.  yüzyılda  devasa Büyük = “Moğol” İmparatorluğu meydana gelmişti. Rus-Orda çarları-hanları olan kurucuları geniş  alanlarda  hayatı  düzenlemeye  başlamışlardı.  Finans  kurumu,  İmparatorluğun  para sistemi ve ona hizmet eden insan kastı (sınıfı) ilk kurulmuş olan yapılardan idi. XVI. yüzyılda bu sınıfta üstün olan din Yahudilik idi. Yahudiliğin başka sınıflarda yaygın olması da mümkündür. Ama bu sınıfta herkesin ya da hemen hemen herkesin bağlı kaldığı din idi. Finans sınıfı, yaptığı işlerin özelliklerinden dolayı, yani İmparatorluğun parasını kontrol ettiği için, Büyük İmparatorluğun ilk kurucularının büyük ihtimalle bir şekilde öngörmedikleri bir iktidara sahip olmuştu.

Büyük İmparatorluğun o dönemde yaşayan çarları-hanları herhalde onları tehdit eden tehlikenin bilincine varmamışlardı. XVI. yüzyılda-XVII. yüzyılın başlangıcında İmparatorluk yıkılmıştı. Bir müddet sonra kalıntıların üzerinde paranın iktidarı serpilip gelişmişti.

Şimdi İmparatorluk yıkıldıktan bir müddet sonra bazı parçalarında-Avrupa devletlerinde devrim döneminin başlama sebebi (nedense bundan önce hiç devrim olmamıştı) anlaşılmış oluyor. Olayların özü basitti. İmparatorluk, İmparatorun Almanya, Fransa vb. gibi farklı eyaletlerin başına atamış olduğu askeri insanların elleri ile yıkılmıştı. Onlar tabii bağımsız krallara, düklere vs. dönüşerek o eyaletlerde sınırsız iktidara sahip olmuşlardı. Safça zafer kazandıklarını düşünüyorlardı. Ama yanılıyorlardı. Onlar ayrı ayrı devrilmeye başlamışlardı. Birinin başı kesilmiş, birini “isyan eden” halk devirmişti. Bütün bu devrimlerin itici güçleri yine hep para idi. Böyle lokal devrimler İmparatorluğun yıkılmasına kıyasla oldukça sıradan bir iş idi. Sonuçta paraların soyluluğa, bir soyun eskiliğine üstünlükleri açık olarak ilan edilmişti. Bunlar Fransız devriminin, İngiliz devriminin vs. sloganlarıdır. Büyük=“Moğol” İmparatorluğu’nda bir soyun eskiliği ve soyluluğu prensibi egemen idi. Soyluluğa kesinlikle saygı gösterilmişti. Soyluluk, üst düzey de dâhil olmak üzere iktidara yol açıyordu. XVII. yüzyıldaki Reform Hareketi ayaklanmasından sonra zenginlik ve para ön plana çıkmıştı. Soyluluk unutulmuş ve kötü bir belirti olduğu kabul edilmişti.

Orta Çağ kaynakları, Orta Çağ Yahudilerinin ya da onların bir bölümünün İmparatorluğun hazinesinde çalışan kişiler olduğunu söylediğimiz fikri net olarak doğrulamaktadır. Bu vesile ile Profesör Oskar Jaeger’in “Orta Çağ Dönemi Tarihi” adlı kitabı alıntılayalım [46]. XIV. yüzyılda yaşayan Kral Wenzel ile ilgili şunu yazmaktadır: “Nürnberg parlamentosunun 1390 yılına ait olan kararnamelerinden birine göre, Kral Yahudilerin ellerindeki  bütün  depozitoları  ve  borç  yükümlülüklerini  vermelerini  emretmişti  (Çağdaş hukuk anlayışına göre KENDİLERİNİN VE ONLARIN TÜM MALLARININ KUTSAL ROMA İMPARATORLUĞU HAZİNESİNİN MALI OLDUĞUNU unutmayalım)... Yahudilerin hükümet emrine itaat etmeleri gerekiyordu ve bunu yapmışlardı. Ancak elbette bu finansal işlemden bir müddet sonra işler önceki dönem ile aynı duruma gelmişti” [46], 2. cilt, s.449.

Her şey besbelli idi. İmparatorluğun hükümeti, şövalyelerin borçlarının bağışlanmalarını emretmişti. Her şey uzun bir savaştan sonra ortaya çıkmıştı. Hazine borçları bağışlamıştı. Ancak bundan dolayı daha fakir olmamıştı.  En azından bir müddet sonra her şey eski duruma dönmüştü. Hazine şövalyelerin borçlarını bağışlayınca daha fakir olmamıştı.

Orta Çağ şövalyesinin bir Yahudiden para İSTEDİĞİ durumu klasik edebiyat eserleri tarif etmektedir. Örneğin, A.S. Puşkin’in “Cimri Şövalye”sini hatırlatalım. Şövalye “nedense” Yahudinin parasının kendi parası, yani onun, şövalyenin parası olduğu kanısındadır. En azından bu paranın bir kısmının kendisine ait olduğundan emindir. Yahudi ise onu “artık para kalmadığına” temin etmeye çalışıyor. Bu, nakit parayı vermemek için elinden geleni yapmaya çalışan sayman, muhasip ile mutat bir konuşmadır. Şövalye ise kendisine verilmesi gereken imparatorluk parasını ısrarlı bir şekilde talep etmektedir.

Yahudilerin Batı Avrupa’da Büyük = “Moğol” İmparatorluğu yıkıldıktan hemen sonra takiplere uğrar olduklarını kaydedelim. 1680 yılına ait olan Lütercilik Vakayinamesi’nde “ülkeler arasındaki eski işbirliği yeniden kurulmuştur. Yahudilerin Vormatsiya’dan (topluluktan, işbirliğinden) çıkmaları emredilmiştir” diye yazılmıştır [96], yaprak 424. Herhalde burada Yahudilerin haklarının 1615 yılında, yani Büyük Karışıklık’tan hemen sonra kısıtlanması ya da Yahudilerin kovulması söz konusudur. Metinde yer alan, Batı Avrupa ÜLKELERİNİN ESKİ İŞBİRLİĞİNDEN geçerken bahsedilmesi çok ilgi çekici bir şeydir.

Şimdi  anladığımız  gibi,  bu  işbirliği  bu  ülkelerin  tek  Büyük=“Moğol”  İmparatorluğu’na girmeleri idi.

İmparatorluk yıkıldıktan sonra İmparatorluğun hazinesinin sıradan çalışanları dâhil olmak üzere memurlarının ve askerlerinin çoğu, yeni Batı Avrupa reformculuk topluluğu tarafından şüpheli olarak görülmüştü. Batı Avrupa’da meşhur gettolar ortaya çıkmıştı.