Anatoliy T. Fomenko
ANTİKÇAĞ ORTA ÇAĞ'DIR

Suretlerin tespit edilme yöntemleri. “Eski” ve Orta Çağ hanedanlarının özdeşleşmesi.
M.S. XIII. yüzyıldaki Truva Savaşı. Yunan-Roma tarihinde kronolojik oynamalar. XII. yüzyıldaki İncil olaylarının XI. yüzyılın tarihine yansıması.

BÖLÜM 1.
ORTA ÇAĞ TARİHİNDEKİ “KARANLIK ÇAĞ” HAKKINDA

5. “ANTİK” YUNANİSTAN VE XIII-XVI. YÜZYILLARDAKİ ORTA ÇAĞ YUNANİSTANI

5.1. Orta Çağ Atinası’nın Tarihinin XVI. Yüzyıla Kadar Karanlıkta Kalmış Olduğu Sanılmaktadır

Bilginin bütünlüğü açısından, Orta Çağ Yunanistanı’nın tarihinin durumu İtalyan Roması’nın tarihinin durumundan bile daha kötüdür. Yunanistan’ın kronolojisi ağırlıklı olarak Atina’nın tarihi ile belirlendiği için, burada Yunanistan’ın diğer şehirlerine bakmadan Atina’nın kronolojisini kısaca açıklayacağız. Mesela F. Gregorovius’un Yunanistan tarihi üzerine büyük bir Orta Çağ belge kalabalığının toplandığı “Atina Şehrinin Orta Çağ’daki Tarihi” [195] başlıklı temel eserini ele alalım. Bu arada “antik” Yunan tarihinde temellilik ve zaman içerisinde süreklilik açısından Titus Livius’un “Şehrin Tarihi”ne benzer bir kaynak bulunmamaktadır. Bu nedenle, Yunanistan Skaliger tarihi Roma’nın kronolojisi ile “tutunma” yoluyla birbirine dizilen bir dizi karışık parçayla yeniden kuruluyor [195], [196].

“Antik” şehirlerin çoğunun tarihi gibi Atina’nın tarihi de “eski” parlak çağının ardından Orta Çağ’ın karanlığına daldıktan sonra ancak XV-XVI. yüzyıllarda, yani İtalyan Roması’ndan bile daha sonraki bir dönemde su yüzüne çıkışı ile betimleniyor.

F. Gregorovius’un şu kayda değer düşüncesi ile başlayalım: “Atina’nın kendi tarihine gelince ise, bu devirde (söz konusu olan Orta Çağ – A.F.) onun (şehrin – A.F.) kaderi O KADAR GEÇİRİMSİZ BİR KARANLIKLA KAPLANMIŞTIR Kİ, İNANILABİLECEK DEHŞET VERİCİ BİR DÜŞÜNCE ÖNE SÜRÜLMÜŞTÜR. O DA ŞUDUR Kİ, GÜYA ATİNA VI. YÜZYILDAN X. YÜZYILA KADAR GAYRİMESKÛN BİR GENÇ ORMANA DÖNÜŞÜP SONUÇTA BARBARLARCA TÜMÜYLE YAKILMIŞTIR. EN KARANLIK DÖNEMDE ATİNA’NIN VARLIĞININ İNKÂR EDİLMEZ DELİLLERİ ELDE EDİLMİŞTİR, AMA ATİNA’NIN TARİH UFKUNDAN KAYBOLMASININ ÇARPICI KANITI ÜNLÜ ŞEHRİN SEFİL BİR HAYAT SÜRDÜĞÜ OLGUSUDUR” [195], с.41.

Bunu söyleyen, Atina’nın tarihinden kalan ne varsa çalışmasında toplamaya çalışan Gregorovius’tan başkası değildir.

Orta Çağ’daki Atina’nın durumu hakkındaki bu çarpıcı veriler XIX. yüzyılda Fallmerayer tarafından ilk kez kesin olarak ifade edilmiştir. Fallmerayer bu esrarengiz felaketi –“büyük antik” Yunanistan’ın ortadan kalkmasını– bir şekilde anlatabilmek için, Avar- Slavlar’ın güya “bütün Eski Yunanistan’ı kılıçtan geçirdiğini” ileri sürmüştür [195], s.41. Ama bunu ispatlayan hiçbir belge yoktur [195].

F. Gregorovius şöyle devam ediyor: “VII. yüzyıldan itibaren Yunanistan tarih için o kadar önemsiz hale geliyor ki, İtalyan şehirlerinin isimleri Bizans vakanüvisleri tarafından Korint, Thebes, Sparta veya Atina’nın isimlerinden daha sık anılıyor. Bütün bunlara rağmen, HİÇBİR VAKANÜVİS ATİNA’NIN BİR SALDIRGAN HALK TARAFINDAN FETHEDİLMESİNE YA DA BOŞALTILMASINA DAİR BİR SÖZ DAHİ ETMİYOR” [195], s.42.

Skaliger tarihinde güya V-X. yüzyıllara ait Atina tarihi hakkında hemen hemen hiçbir bilgi kalmadığı kabul ediliyor. F. Gregorovius şunu bildiriyor: “Şehir (Atina –A.F.), nüfusu hayli azalınca yoksullaşmıştır, deniz üstünlüğü ve politika hayatı da Hellas’ın bütünündeki hayat gibi sönmüştür” [195], s.2-3. Ve sonra şöyle devam ediyor: “Çağdaş (yani Orta Çağ – A.F.) şehrin ününü bilgeleri değil, daha çok bal tüccarları sağlıyor... Sintesius Atina’dan yazdığı mektuplarda MEŞHUR ŞEHİR ANITLARINI TEK BİR SÖZ İLE DAHİ ANMIYOR” [195], s.22. Olasılıkla bu anıtlar henüz inşa edilmemiş olduğu için.

Şöyle devam ediyor: “Atina ve Hellas üzerine şimdi DAHA KOYU BİR KARANLIK ÇÖKMÜŞTÜ... BURADA POLİTİKA HAYATI SÖNMÜŞTÜR. TİCARET VE SANAYİ, hareketli Selanik pazarı hariç olmak üzere YUNAN ŞEHİRLERİNİ NEREDEYSE HİÇ CANLANDIRMIYORDU” [195], s.26-27.

Meşhur “antik” Partenon’un çarpıcı bir şekilde Hristiyan kilisesi olduğu ortaya çıkıyor! Bkz. res.1.36, res.1.37. Tarihçiler bu gerçeği şöyle anlatmaya çalışıyorlar: “Bakire Meryem, Eski Pallas ile Atina’ya sahip olmak için muzaffer mücadelesine başlamıştı... Atinalılar (güya X. yüzyılda – A.F.) güzel bir kilise inşa edip üzerine bu görüntüyü (Hristiyan Meryem Ana, Bakire Meryem – A.F.) yerleştirmişler ve ona Athenaia ismini vermişlerdi” [195], s.24. Yani bize, Bakire Meryem’in Atina olarak adlandırıldığı söyleniyor!

Dahası, tarihçiler şunu bildiriyorlar: <<Efsane, Meryem Ana’nın görüntüsüne “Athenaia” (Atina – A.F.) ismini veriyor; daha sonra aynı isim Orta Çağ’da Partenon mabedinde derin saygı gören “Panagia Atheniotisse”ye de veriliyor>> [195], s.25. Bkz. res.1.38. Böylelikle “ANTİK ATİNA” = HRİSTİYAN MERYEM ANASI özdeşleşmesinden başka meşhur “antik” Partenon’un Orta Çağ’da Hristiyan Meryem Anası = Atina’ya adanmış olan muazzam Hristiyan tapınağı olarak kurulmuş olduğunu keşfediyoruz. Şimdi anladığımız kadarıyla, Atina basbayağı Meryem Ana’nın isimlerinden biridir. Athena Parthenos, yani Bakire Atina’nın klasik “antik” görüntüsü için, res.1.39, res.1.39a, res.1.39b’ye bakınız.

F. Gregorovius şöyle devam ediyor: “Bütün insan şehirlerinden en soylu olanı kendisi için son derece karanlık olan Bizans dönemine dalmıştır... Bosporus’taki Yeni Roma, devrik lider Yunanistan’a ve KÜÇÜK TAŞRA ŞEHRİ ATİNA’YA gittikçe daha çok artan bir aşağılama ile bakar olmuştur” [195], s.27-28.

Daha sonra: “ATİNA ANITLARININ AKIBETİ İSE ASLINDA MEÇHUL KALMIŞTIR... YUNANLAR TARİH İÇİN MEÇHUL OLARAK YÜZLERCE SENE AK SAÇLI ESKİLİĞİN VİRANELERİNİN GÖLGESİ ALTINDA KALMIŞTIR... En güzel eski yapılardan bazıları Atinalı Hristiyanları, bunları kiliseye dönüştürmeye teşvik etmiştir. Bunun ilkin tam olarak ne zaman OLUP BİTTİĞİ ve ATİNA TAPINAĞININ HRİSTİYAN TAPINAĞINA ilk defa ne zaman DÖNÜŞTÜRÜLDÜĞÜNE DAİR HİÇBİR BİLGİMİZ YOKTUR. Atina kiliselerinin tarihi pek bulanıktır” [195], s.29-31.

“Antik” Partenon hakkında aşağıdakiler bildiriliyor: “HRİSTİYANLIK DİNİ KENDİ MENFAATLARI İÇİN AKROPOL’DEKİ ANTİK TANRIÇANIN YÜCE KUTSAL YERİNİ (yani Partenon tapınağını –A.F.) HEMEN HEMEN HİÇ HASAR VERMEDEN KULLANMIŞTIR... ANTİK İNANÇLARIN KAVRAMLARININ HRİSTİYAN KAVRAMLARINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ TARİHİNİN BÜTÜNÜNDE, PALLADA ATİNA’NIN KUTSAL BAKİRE MERYEM OLUVERMESİ İÇİN KOLAYCA VE EKSİKSİZ BİR ŞEKİLDE DÖNÜŞÜME UĞRAMASI GİBİ BAŞKA BİR ÖRNEK BULUNMAMAKTADIR... ATİNA HALKI, TANRISAL BAKİRE KORUYUCUSU İÇİN İSİM DEĞİŞTİRMEK ZORUNDA BİLE KALMAMIŞTI, ZİRA ŞİMDİ KUTSAL BAKİRE MERYEM ONLAR TARAFINDAN PARTHENOS OLARAK ADLANDIRILIYORDU” [195], s.31.

Ancak Skaliger kronolojisinin hipnozu o kadar güçlüdür ki, tarihçi F. Gregorovius “antik” Pallas Atina’nın Hristiyan Meryem Anası’nın aynısı olduğunu kaydettiği kendi özdeşleştirmesinden hiçbir sonuç çıkarmıyor. Onun adına bunu biz yapalım. Gerçekte bize burada söylenen, “antik” Yunanistan’ın ve onun “antik” tanrılarının tarihinin basbayağı XII- XVI. yüzyıllara ait Orta Çağ Yunanistanı’nın tarihi olduğudur.

İtalyan Roması’nda olduğu gibi, Atina’daki birçok “antik” mabedin Orta Çağ Hristiyan kiliseleri olduğu ortaya çıkmıştır. Hem de bu Orta Çağ kiliselerinin isimleri “nedense” “vaktiyle bu kiliselerde bulunan” “pagan” mabetlerinin isimlerine pek yakındır. Örnek verelim: “(Çağdaş arkeologlar – A.F.) Az. Dimitrius Kilisesi’nde... Demeter Tapınağı’nı saptamışlardır” [195], s.34. Bu en tipik örnektir [195].

İş ilerledikçe “mükemmel Erechteum tapınağında bilmediğimiz devirde bir Hristiyan kilisesinin düzenlenmiş olduğu” açığa çıkıyor [195], s.46-47. Bunun yanı sıra, bütün “AKROPOL KUTSAL MERYEM ANA’NIN KUTSAL YERİNE DÖNÜŞMÜŞTÜR” [195], s.36. Az çok belgelenmiş tarih Partenon’u en erken XII. yüzyılda Madonna tapınağı sıfatıyla buluyor. Tarihini asırların derinliğine doğru takip etme çabaları epey ciddi güçlüklerle karşılaşıyor [195].

Orta Çağ Atinası tarih meydanına ilk kez güya yüzyıllarca süren hiçlikten sonra, Jüstinyen’nin güya M.S. VI. yüzyılda “yeniden kurduğu”, Avar ve Slavlar’ın boydan boya yerleştiği topraktaki bir küçük Bizans tahkimatı suretiyle çıkıyor [195], s.36-40. Burada “ESKİ HELENİK YUNANLAR”IN HENÜZ LAFI BİLE YOK. Üstelik güya M.S. X. yüzyıla ait eski bir belgeye göre, Avarlar ve Slavlar “onu (Peloponnesus’u – A.F.) Bizans Krallığı’na o kadar yabancılaştırdılar ki, hiçbir Rum oralara bir adım bile atmaya cesaret edemedi” [195], s.40-41.

Atina hakkında güya VI-VII. yüzyıllarda şu bildiriliyor: “Atina’da ne okul ne de halk kütüphanelerinin varlığına dair fiili delilimiz yoktur. AYNI KARANLIK ATİNA ŞEHRİNİN BU DEVİRDEKİ MEDENİ YAPISINI DE KAPLIYOR” [195], S.48.

“Klasik düşünce Yunanistan’dan neden buharlaşmıştı”? “Klasik Grekler” nereye yitmişti? Atina’nın meşhur askeri deniz potansiyeli neden kaybolmuştu? Bu arada, bu potansiyel XII-XIII. yüzyıllarda, Haçlı Seferleri devrinde “yeniden doğmuştu”. Orta Çağ Venediki’nin, yani “antik” Fenike’nin askeri potansiyeli gibi.

Belgeler, Orta Çağ Yunanistanı’nı kontrolü altında tutan Bizans imparatorlarının bilimleri baskı altında tutmadığına işaret ediyor. Bizans’ta engizisyonun varlığını gösteren hiçbir belirti yoktur [195]. F. Gregorovius’un şaşkınlıkla kaydettiği gibi, Atina’daki meşhur “antik” Akademi’nin kapatılması “sessiz sedasız” gerçekleşiyor [195], bölüm III. Bu dönemde, küresel askeri darbeler veya kıyımlar da kaydedilmemektedir.

Kayda değer olan şudur ki, “Helen” terimi güvenilir tarihte çok geç ortaya çıkmıştır:

<<Ancak XV. yüzyılda Atinalı Laonic Chalcocondil hemşehrileri için tekrar (güya yüzyıllarca süren hiçlikten sonra – A.F.) “Helenler” ismini benimsiyor">> [195], s.51.

Makul bir soru ortaya çıkıyor. Skaliger tarihinin iddia ettiği gibi, ilkin Yunanistan’ı yurt edinen Helenler’in Orta Çağ’da Slavlaştığı doğru mu? Yoksa aksine, burada daha önce yaşayan Avarlar ve Slavlar mı geç Orta Çağ’da Helenleşmişti? “Eski Grekler’in Slavlaşma” teorileri sadece tahminlere ve Skaliger kronolojisine dayalıdır. Öte yandan, güya X. yüzyılda yaşayan Bizans tarihçisi Şafarik doğrudan doğruya şunu yazıyor: “GÜNÜMÜZDE HEMEN HEMEN BÜTÜN EPİR VE HELLES, PELOPONNESUS VE MAKEDONYA GİBİ, İSKİTLER VE SLAVLARCA YURT EDİNİLMİŞTİR” [195], s.54, ayrıca yorum 5. F. Gregorovius şunu ilave ediyor: “Bizanslıların bu tanıklıkları yüzünden, eski Yunan topraklarının Slavlaşması, tarihî bir gerçek olarak kabul edilmelidir” [195], s.54-55.

ŞEHİRLERİN, IRMAKLARIN, DAĞLARIN VS. SLAVCA İSİMLERİ ORTA ÇAĞ YUNANİSTANI’NIN BÜTÜN TARİHİNİ KALIN BİR TABAKAYLA KAPLIYOR. Mesela Volgasta, Goritsı, Granitsı, Krivitsı, Glohovı, Podagirı vs. [195]. “Arazilerin, ırmakların ve dağların isimleri, Elis, Arcadia ve Laconia’nın Slavların en kitlesel iskânına uğradığını gösteriyor” [195], s.57-58. Ancak XVI-XVII. yüzyıllardan itibaren, XVII-XVIII. yüzyıllarda “çok çok eski” ilan edilen Yunan-Helen isimleri meydana çıkmaya başlamıştır.

Ancak güya M.S. VIII. yüzyıldan itibaren Konstantinopolis bu ücra ve sapa memleketi yavaş yavaş ele geçirmeye başlıyor. “Bizanslılar, Yunanistan’a bir düşman ülkesi gibi davranarak bu memleketi sanki yeniden fethetmek zorunda kalmıştır” [195], с.62. İmparatoriçe İrini güya 783 senesinde Yunanistan’a ordu birliklerini göndermişti. “Stavrakios sanki fethedilen bir ülkeden geliyormuş gibi zengin bir ganimet ile dönmüştü... Bu olayda ne Korint ne Thebes ne de Atina’nın sözü dahi geçiyor” [195], s.62. Güya VIII. yüzyılda Yunanistan suçluların sürgün edildiği bir yerdi.

Ancak güya M.S. VIII. yüzyılda, Yunanistan isyanlarla boğuşan ve yarısından fazlası Slavlar’dan oluşan karışık bir nüfusa sahip bir memleket olarak ilk kez (!) gerçek siyaset meydanına çıkıyor [195], s.62-63. Buna karşın, “İmparatoriçe Theofano’nun devrilişinden sonra, HELLAS’IN GERİ KALANI GİBİ ATİNA DA TARİH SAHNESİNDEN ÖYLE KAYBOLUYOR Kİ, HERHANGİ BİR YERDE BU ŞEHRİN ADININ BAHSİNİ BİLE ARAYIP BULMAK GÜÇTÜR... Peloponnesus’a kök salan Slavlar, Bizanslıların Yunan içişlerine müdahale etmesine bahane yaratıyordu” [195], s.66.

“(Güya – A.F.) X. yüzyılın ortasında, İmparator Konstantin Helles ve Peloponnesus’u barbarlaşan memleketler olarak gördü, zaten XIII. yüzyılda da Frank işgalcileri Mora’da Slav nüfusu bulmuşlardı” [195], s.71. Yunanistan’nın Skaliger kronolojisi boyunca yukarıya hareket etmeye devam ediyoruz ve bu ülke hakkındaki fiili verilerin şaşırtıcı derecede az bulunduğunu görmeye devam ediyoruz.

F. Gregorovius, güya VIII-X. yüzyıllardaki Yunanistan hakkında açıkça aşağıdakileri yazıyor: “BU ÜNLÜ ŞEHRİN YAZGISINI SARAN SESSİZLİĞİ NE TARİH NE DE EFSANELER BOZUYOR. BU SESSİZLİK O KADAR ULAŞILMAZ Kİ, MEŞHUR ŞEHRİN KAYDEDİLEN ASIRLARDAKİ HAYATININ İZLERİNİ ARAŞTIRAN BİR TARİHÇİ, Az. Luka’nın hayat hikâyesinde mucizecinin Atina’yı ziyaret etmesi gibi CÜZİ VERİLERE RASGELİNCE BİR KEŞİF YAPMIŞ GİBİ SEVİNİYOR” [195], s.74, 76.

XV. yüzyıldan itibaren Yunanistan ve Atina “karanlıktan” çıkıyor. Yunanistan, Haçlı Seferleri döneminde, güya XII-XIII. yüzyıldan itibaren özel bir önem kazanıyor. İyi bir limana sahip (Pire) olup Venedik ile ittifak yapan Atina başrollerden birine yükseliyor [195]. Bu arada, Orta Çağ VENEDİKi’ni “antik” FENİKE ile özdeşleştirmek için birçok sebep bulunmaktadır, bkz. [904], [908]. Atina’nın yükselişi Yunanistan’da hâkim olan dengeyi bozmuştur. Peloponnesus böyle bir tesir dengesizliğine karşı çıkmıştır. Bu durum Yunanistan toprakları üzerinde haçlıların ve Normanlar’ın da katıldığı uzun süren savaşlara yol açmıştır. İlginç olan şudur ki, Orta Çağ’ın tam olarak bu dönemine astronomik tarihleme ile Tukididis’in “antik” Peloponessus savaşlarını betimleyen meşhur “Tarih”inde kaydedilen üç tutulma denk düşüyor. Yunanistan toprakları üzerinde XII-XIII. yüzyıllarda çıkan savaşlar hakkında da Skaliger kronolojisine göre hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor.

Orta Çağ Yunanistanı hakkındaki bilginin inanılmaz kıtlığı olasılıkla bu devrin temel Orta Çağ kaynaklarının –örneğin Tukididis’in, Ksenofon’un kitapları– Skaliger kronolojisi tarafından derin geçmişe atılmasından ötürü oluşmuştur. Sonuçta XI-XV. yüzyıllara ait Yunanistan’ın Orta Çağ tarihinde kör noktalar, boşluklar, “karanlık çağlar” oluşmuştur.

Şu tespit önemlidir: Yunanistan’da “ANCAK 1600 SENESİNDEN İTİBAREN (! – A.F.) KRONOLOJİK TARİHLER MİLAT KARŞILIĞINDA, üstelik Arap rakamlarıyla kaydedilmektedir” [195], s.100-101. Bu yüzden bize, çağdaş kronoloji sisteminin Yunanistan’da ancak onyedinci yüzyıldan itibaren çalışmaya başladığı söylenmiştir.

Pek mütevazı işaret taşlarının bize çok az bilgi sağladığı görülüyor. F. Gregorovius üzüntüyle şunu bildiriyor: “Bu kıt yazıların maruz kaldığı hava ve zaman etkisi bunların araştırılmasını hayli zorlaştırıyor... Atina şehrinin Hristiyan dönemindeki tarihine bile ışık tutmuyor... Roma şehrinin Orta Çağ geçmişini araştıran bir tarihçi bu açıdan çok daha elverişli durumdadır (Roma tarihlemesi sorununu önce konuşmuştuk – A.F.)... Atina’da taşa oyulan ölüler vakayinamesi bulunmamaktadır” [195], с.101.

“Roma’nın aksine, Atina’da vefat eden piskoposların ve başrahiplerin, senatörlerin, hâkimlerin ve kent sakinlerinin mermer heykellerine rasgelmiyoruz; AZ SAYIDA MEZAR TAŞI, BİR-İKİ YONTUSUZ LAHİT, BİRKAÇ DA YAZI; ATİNA’DA GEÇMİŞTEN KALAN BUDUR” [195], s.101. Ve bazı sağır “antik viraneler”.

Skaliger tarihinde XII-XIV. yüzyıllardaki Atina hakkında, şehrin rolünü farklı değerlendiren birkaç çelişkili versiyon var. Birisine göre bu asırlarda şehir ve genellikle Yunanistan’ın kendisi eskisi gibi geçirimsiz karanlıkla kaplıdır [195]. Diğer versiyona göre bu dönemde Atina giderek büyük bir kültür merkezi rolü kazanır olmuştur. Mesela Matthew Paris, güya 1202 senesinde –Atina’da yüzyıllarca süren hiçlikten sonra “tekrar” ortaya çıkan– birkaç Yunan filozofunun Atina’dan İngiliz sarayına gelip kilise tartışmalarına katıldığını bildiriyor [195], s.111. Daha sonra, Atina’da İngiliz bilim adamları eğitim görmüştür [195], s.111.

 

5.2. Yunanistan Ve Haçlı Seferleri

Haçlı Seferleri büyük dinî ve askeri gelişmeler olmakla beraber aynı zamanda önemli sosyete olayları idi. Örneğin “Latin Seferi” yalnızca III. İnnocentius tarafından değil, aralarında Fransızlar, Belçikalılar ve Almanların olduğu Avrupa iktidarlarının kudretli mensupları tarafından başlatılmıştır [195]. Seferin yöneticileri arasında Dük Baodouin Flandre, Mareşal Geoffrey Villehardouin, Dük Hugo de St. Paul, Louis de Blois vs. vardı. Bütün bunlar Avrupa’nın en yüksek seviyeli soylularıdır [195], s.129. Seferler dinî bir olay olmaktan çıkıp Orta Çağ’ın neredeyse en sosyetik olaylarına dönüşmüştür.

Bu seferler Yunanistan’ın topraklarında bir feodal devletler mozaiki oluşturmuştur [195]. Skaliger tarihinde Yunanistan’daki Orta Çağ Latin devletlerinin rolü çoğu halde olumsuz açıdan değerlendiriliyor [195]. Bir yandan kaba ve cahil işgalcilerin yüce “antik” Yunan mirasını gömdüğü kabul ediliyor. Öbür yandan, biraz önce haçlıları barbarlıkla suçlayan F. Gregorovius’un ta kendisi ansızın şunu bildiriyor: “Onun (Yunanistan – A.F.) için yeni tarihi Latinler açmıştır ve bu yeni tarih neredeyse eskisi kadar rengârenk çıkmıştır” [195], s.138.

Mesela Venedik Cumhuriyeti bütün Yunan topraklarına sahip olamadığı için kendi soylularının bu toprakları kuşaktan kuşağa miras olarak geçen yurtluk olarak paylaşmasını önermiştir [195], s.150. Rus tarihine bu gelişmeler olasılıkla, imparatorluk idaresinin karşı karşıya kaldığı, Rus ordularıyla XV. (ya da XVI.) yüzyılda III. İvan (Korkunç) (= IV. İvan) zamanında fethedilen uçsuz bucaksız Novgorod topraklarının ve buradan getirilen servetin paylaşımında oluşan güçlükler olarak yansımıştır. Bu konuda ayrıca “Kutsal Kitap Rusu” kitabına bakınız.

“Maceralara aç olan Venedik soyluları kendilerini XIII. yüzyılın Argonotları olarak hayal ederek Yunan denizlerine revan olmuştur” [195], s.150. Belki de bu Orta Çağ seyahatleri, “antik” kör Homeros’un şakıdığı daha sonraki “eski Yunan” Argonot mitlerinin temelini oluşturmuştur. Kronolojik oynamalara dair küresel kronoloji haritasından bu sonuç ortaya çıkıyor, yukarıya bakınız.

XII-XV. yüzyılların Skaliger tarihinde, Yunanistan toprakları üzerindeki Frank devletinin tarihinin “tarihî belgelerin kıtlığı” yüzünden büyük eksiklerle bilinmiş olması önemlidir [195], s.158. Belli olan tek şey vardır: “Feodalizm ... kudretliydi ve yaşayacak ve kısa sürmeyecek bir devlet kurabildi” [195], s.158. F. Gregorovius şunu söylüyor: “Bu, masalların ve efsanelerin gerçeğe dönüştüğü zamandı” [195], s.164. Olasılıkla Orta Çağ’ın tam bu döneminde “antik” Yunanistan serpilip gelişmiştir. Bu yüzden birçok “antik Yunan olayı” özellikle Balkanlar’da ve ayrıca Bulgaristan’da olup biten Orta Çağ gelişmeleridir.

“II. Gottfried Villehardouin’in prens sarayı Batı’da bile en ince zevklerin okulu ününe sahiptir” [195], s.167,182. Thebes ve Atina’ya Ceneviz tüccarları yerleşmiştir, onlar ile Venedik tüccarları arasında verimli bir rekabet başlamıştır [195], s.184. Bu, edebiyat ve sanatın coşkun yükselişiydi. Bugün Skaliger tarihine göre, “nedense” günümüze bu edebiyat ve sanattan hiçbir şey kalmamıştır [195]. Fikrimiz şudur: Bütün bunlar “antikçağ”a atılmıştır.

“Atina Dukası” unvanının Yunanistan’da ancak Orta Çağ Frank egemenliği sırasında ilk kez verildiği düşünülüyor. Öte yandan Skaliger versiyonuna göre, aynı unvan güya “antikçağ”da da bulunmaktaymış [195], s.188(4), 188(5).

Olasılıkla “antik” Yunanistan ve “antik” Balkanlar’ın sonraki parlak çağı XV-XVI. yüzyıllar dönemine, Bizans İmparatorluğu’nun 1453 senesinde Osmanlılar=Atamanlar tarafından fethedilmesinden sonrasına denk düşüyor. Ama biz Frank dönemine geri dönelim.

Dante’nin çağdaşı tarihçi Ramon Muntaner, Skaliger tarihi ile bariz biçimde çeliştiğinin farkında olmadan okuyucularına aşağıdaki olguyu bildiriyor. Mamafih bu olgu Muntaner’in ölümünden sonra, XVI-XVII. yüzyıllarda tespit edilmiştir. “Anadolu’da bulunan Atraki Burnu’nda, Bozcaada’ya yakın TRUVA karakollarından biri bulunuyordu… buraya düzenli şekilde en soylu Rum erkekleri ve kadınları tanrısal heykele tapınmak üzere geliyordu. Bir gün ATİNA DUKASI’NIN KARISI ELENA tapınmak için yüz ŞÖVALYE eşliğinde oraya gitmiştir, TRUVA KRALININ OĞLU PARİS ONU GÖZÜNE KESTİRMİŞTİR, 100 ŞÖVALYEDEN İBARET OLAN bütün maiyetini öldürmüştür ve GÜZEL DÜŞESİ KAÇIRMIŞTIR” [195], s.188(6). Bu yüzden, Orta Çağ vakanüvisleri “antik” olayların kronolojisini Skaliger ve takipçilerinden çok farklı anlıyordu.

“Sayılar Yalana Karşı” kitabındaki res.6.44’te gösterilen kronoloji haritasına bakarsak meşhur “antik” Truva Savaşı’nın Orta Çağ orijinalinin XIII. yüzyılın ortasında bulunduğunu göreceğiz. Bu, Truva Savaşı’ndan şövalyeler ve dükler devrine ait bir olay olarak bahseden Muntaner’in haklı olduğu anlamına gelmektedir.

“XV. yüzyılın başlangıcında Yunanistan’daki Frank devletlerinin durumuna elverişli denebilir” [195], s.188(34). Bu devir sürekli savaşlar ve seferler dönemi olarak düşünülmemelidir. Çoğu zaman barış içinde yaşanmış ve ticaret gelişmiştir. “Latinler kendilerini Yunanistan’da güven içinde hissediyor gibi görünüyordu; parlak şövalye hayatı sürdürüyorlardı, bunun ispatı da Mayıs 1305’te Korint’te bir parlamentonun bulunmasıdır... ESKİ ÇAĞ’DA POSEİDON OYUNLARININ YAPILDIĞI KUTSAL ÇAM ORMANINDA ŞİMDİ ŞÖVALYELER GÜZEL KADINLAR ŞEREFİNE KARGILARINI KIRIYORLARDI... Şamatalı bayram yirmi gün sürüyordu” [195], s.188(34).

Önemli olan şudur ki, Frank baronları “yapılarını Yunan (! – A.F.) yazıları ile donatırlardı” [195], s.204-205. Bunların bazıları günümüzde “çok eski” ilan edilmiş olabilir. Bizzat Skaliger tarihçileri Yunanistan’daki Orta Çağ gelişmeleri ile “antik” olaylar arasındaki paralellikleri kaydediyorlar. Örneğin F. Gregorovius, güya M.S. 1311 yılının 15 Mart günü gerçekleşen Cephissus savaşına işaret ediyor. Bu savaş hem XIV. yüzyıla ait Orta Çağ kaynaklarında hem de “antik” imparator Sulla’nın “antik” Plutarkhos’un (Petrarca’nın mı?) hazırladığı “antik” biyografisinde neredeyse aynı kelimeler ile, aynı suretler ile

betimlenmiştir. Bugün hem Sulla hem de Plutarkhos “derin geçmiş” ile tarihlenmektedir. Savaşın Orta Çağ ve “antik” tasvirleri hemen hemen özdeştir: Coğrafi konum, düşmanlar, zafer kazanan aynıdır [195]. F. Gregorovius, burada aşağıdaki paralelliği kaydetmeden geçemiyor: “Cephissus’un kıyılarında vaktiyle Sulla’nın aynı bataklıklara kıstırdığı Mitridat’ın askerlerinin akıbeti tekrarlanmıştır” [195], s.198. Bu paralelliğin küresel kronoloji haritasının üç oynamanın toplamı olmak üzere temsili ile tamamen uyuştuğunu vurgulayalım.

Belki XII-XIV. yüzyıllarda Yunanistan’daki Frank devletleri, Yunanistan’da ve Balkanlar’da Konstantinopolis’in 1453 senesinde düşüşü ve Osmanlı=Ataman İmparatorluğu’nun doğuşundan sonra oluşan XV-XVI. yüzyıllardaki Osmanlı devletlerinin en azından kısmî yansımasıdır. “Yunan antikçağ’ı” büyük ihtimalle XII-XV. yüzyıllar dönemi ile tarihleniyor. Bkz. “Slavların Çarı” ve “Orda Rusu’nun Başlangıcı”.

Önemli olan şudur ki, Yunanistan toprakları üzerindeki Frank devletlerinin tarihi ancak XIX. yüzyılda araştırılmaya başlanmıştır. V. Miller şunu bildiriyor: “Bu arşivler, Yunanistan’ın 250 sene boyunca (güya XIII-XV. yüzyıllar arasında – A.F.) tiyatro olarak hizmet ettiği ve başrollerini gerek Burgonya soylularının rengârenk kalabalığının gerek Alman şövalyelerinin ve Katalon maceraperestlerinin gerek Floransa zenginlerinin gerekse de en eski Fransız soylarının prenseslerinin ve yüksek seviyedeki hanımların oynadığı romantik dramın ancak iskeletini sağlıyor” [1274], [544]’ten alınmıştır, cilt 4, s.750.

Sonra bize XII. yüzyılda “antik” Partenon tapınağının “sanki yeni inşa edilen” Atinalı Bakire Meryem’in Latin tapınağı olarak faaliyet gösterdiğini bildiriyorlar [1274], s.16, [544]’ten alınmıştır, cilt 4, s.805. Sanki “Tidius yapıtı –Skaliger tarihinde arkasından ağlanan – pagan Atinalı Bakire”nin meşhur “antik” heykelinin çifti gibi, res.1.38 ve res.1.39, Orta Çağ Partenonu’nda Bakire Meryem’in meşhur heykeli duruyor [544], cilt 4, s.806. Heykel XIII. yüzyılda yaratılmıştır [544], cilt 4, s.806.

Çağdaş tarihçiler “1460 senesinde Müslüman hükümdarlarının Partenon’u MİNARE İLE DONATARAK ESKİ PALLAS ATHENA TAPINAĞINI CAMİYE DÖNÜŞTÜRDÜ”ğünü sanıyorlar [198], s.14. Ama bugünlerde anlamaya başladığımız gibi, Partenon’un baştan beri, içinde ancak sonraları ayrılıp salt Müslüman, salt Ortodoks ya da salt Katolik dinine hamledilen öğelerin sımsıkı karıştığı bir Hristiyan kilisesi olması olanak dışı değildir. Böylelikle mesela yüksek çan kulesi ”Partenon minaresi” olarak adlandırılabilmiştir.

XIII. yüzyılda, yeni kurulmuşa benzeyen, Bakire Meryem Ana’ya adanmış ve bugün “antik Erekhteion” olarak adlandırılan diğer “antik” tapınak faaliyet gösteriyor [1274], s.17, [544], cilt 4, s.807.

Aynı XIII. yüzyılda bugün “Theseus tapınağı” olarak adlandırılan Yorgi tapınağı iyi durumda faaliyet gösteriyor. Onun şüphesiz “antikçağ’a ait olduğu ancak XVII. yüzyılda tespit edilmiştir [1274], s.17, [544], cilt 4, s.807.

Aslında XIII. yüzyılda bütün Atina Akropolü faaliyette bulunarak Atina’yı savunan bir kule olarak işliyor. Res.1.40’ta H. Rendler’in hazırladığı Akropol’ün daha sonraki teorik yapılandırması gösterilmektedir. Kule ancak yakın zamanda “çok-çok eski” ilan edilmiştir. Akropol’ün viraneleri XIX. yüzyılda bulundukları halleriyle res.1.41’de gösterilmektedir. Başka benzer örnekler için [1274]’e, [544], cilt 4’e bakınız.

F. Gregorovius şöyle yazıyor: “Dirilmiş antik Helen, eski tanrıların fantastik hayranı ünlü Bizanslı Plethon, II. Teodorus’un sarayında yaşamıştı” [195], s.308-309. Tarihçilerin bildirdiğine göre, Orta Çağ Yunanlılarının Osmanlı=Ataman işgalcilerine karşı birleşmesini amaçlayan “Helen düşüncesi” tam olarak bu zamanda ilk defa oluşmaya başlamıştır [195].

Sonra bize aşağıdakileri aktarıyorlar: “Atina’da ve genellikle bütün Yunanistan üzerinde yerli vakanüvislerin bulunmayışı pek sıkıntılıdır. Bizanslı vakanüvisler Helenlerin tarihini dikkate layık görmediği için sonraki kuşak bu tarz bilgiyi ancak Helenlerin kendisinde arayabilmiştir” [195], s.326.

Daha sonra “antik” Yunan tarihinin güya XIV. yüzyılda Floransa’da ilk kez yaratılmaya başlandığı açığa çıkıyor. “Strozzi ve Medici filhelen (Helenlerin dostu) olup servetleriyle Yunan edebiyatının araştırılmasını desteklemiştir. Cosimo’nun aklına Arno’da Platon akademisini yeniden kurma planı gelmiştir” [195], s.330. “Antik” Platon’un yalnız ismi ile değil işi ile de çifti olan PLETHON’un liderliğindeki akademiyi, bkz. “Sayılar Yalana Karşı”, bölüm 1. “Antik” Yunan edebiyatının Avrupa üzerinde ilk yayılışının tam olarak Floransa’dan başladığı varsayılmaktadır [195].

5.3. Atina Ve Yunanistan’da Arkeoloji Nispeten Yakın Geçmişte Başlamıştır Atina’da arkeolojinin başlangıcı 1447 senesinde, yani XV. yüzyıldaydı! Yine bu “başlangıç”tan günümüze pek bir bilgi ulaşmamıştır. XV. yüzyılda şehre Ciriaco d’Ancona gelmiştir. Bugün Ciriaco Pizzicolli olarak da adlandırılmaktadır [198], s.14. “Atina viranelerini Batı bilimi alanına ilk sokan oydu... Bunun için şerefli bir yer işgal etmektedir” [195], s.331. Yazıların ve anıtların yerli isimlerinin kataloğunu yapmıştır. AMA BU BELGELER YOK OLMUŞTUR [195], s.339. Çağdaş tarihçiler Ciriaco’nun verilerini yalnız eserinin XV-XVII. yüzyıllarda yaşayan yazarların yaptığı anlatımları olarak biliyorlar. “(Ciriaco’nun – A.F.) defterlerinin 1514 senesinde çıkan yangında yok olduğu varsayılmaktadır. Kendi eliyle yazılan yalnız tek bir parça korunmuştur” [198], s.14.

F. Gregorovius şunu bildiriyor. “Zaman ilerledikçe genellikle ancak viraneleri kalan Atina anıtlarının ilk isimlerinin çoğu unutulmuştur... Eski Çağ’ın hayranlarının hayal gücü onları geçmişin seçkin adamlarının isimlerine bağlamaya çalışmıştır” [195], s.340-342.

“Antik” Olimpion’un kalıntıları Orta Çağ’da bazilika olarak adlandırılıyordu, çünkü F. Gregorivius’a göre, “kimse bunun vaktiyle dünya çapında bilinen Olimpik tapınak olduğunu bilmiyordu (! – A.F.). Ciriaco bu muazzam viraneleri Atinalıların adlandırdığı gibi Adrian sarayı olarak adlandırıyor” [195], s.340-342. O halde Atinalılar yanılıyordu ve daha sonraki tarihçiler “nihayet gerçeği açıklığa kavuşturmuş” ve güya cahil Orta Çağ Atina sakinlerini “düzeltmişlerdi”.

F. Gregorovius şöyle devam ediyor: <<Daha 1672 senesinde Babin’in Zeus tapınağının Atina’ın neresinde bulunduğuna dair bir fikri yoktu... Birkaç yıl sonra Spone aynı şekilde şaşıracaktı... Stoa’nın viranelerinde Themistokles veya Perikles’in saraylarını, Herod Atticus’un Odeon’unda Miltiades’in sarayını, meçhul yapıların diğer viranelerinde Solon, Tukididis, Alkmaion’un evlerini saptamışlar.

1647 senesinde ... Pointel’e Perikles’in sarayının eski viraneleri gösterilmiştir, rüzgâr kulesini Sokrates mezarı olarak adlandırmışlar. Demostenes’in anıları... Lysicrates anıtı ile bağlıydı. Koronun hamisinin bu anıtının ... ismi ... Demostenos Feneri idi...

Akademi, Lise, Stoa ve Epikür bahçeleri... İZ BIRAKMADAN KAYBOLMUŞTUR. Ciriaco’nun zamanında, YERİ ŞİMDİ TESPİT EDİLEMEYEN bir grup bazilika ya da büyük virane Akademi olarak adlandırılmaktaydı...

Platon’un “bahçedeki” “didascalion”u da gösterilmişti; GALİBA Ambelokipi bahçelerinde bir kuleydi... Bu dağda belli bir Caisarini’nin okulları hakkında söylentiler vardı... Aristoteles’in Lisesi veya Didaskalion, Dionisius’un tiyatrosunun viraneleri üzerine yerleştirilmişti...

Epikür’ün Stoası ve okulu Akropol’e, olasılıkla Propylaea’nın bir parçası olan büyük yapılara bile yerleştirilmiş, Nike tapınağı ise galiba Pisagor’un okulu olarak kabul edilmişti.

Akropol’un batısında, yanında pek de belli olmayan bir şekilde Trajedyen okulu bulunan Kinik okulu gösteriliyordu. Kalliroe’nın yanındaki viraneler, Aristofanes’in sahnesinin kalıntısı çıkmıştır>> [195], s.340-342. Ve benzeri.

Alıntıları burada keselim. Bu liste sayfalarca sürer. Atina şehrinin tarihindeki arkeolojik kaos ve karışıklık tablosu açıkça ortadadır. Ve bütün bunlar M.S. XVI-XVII. yüzyıllarda olup bitiyor.

1453 senesinde Bizans İmparatorluğu düşmüştür. Son Franklar belli bir zaman Akropol’ü savunmaya devam etmiştir, ama Osmanlı komutanı Ömer bu güçlü kulenin ısrarlı direnişine öfkelenip Akropol’ü ve etrafını topçu ateşine tutmuştur (!). Bunun sonucunda tapınakları vs. ile beraber Akropol virane haline gelmiştir [195]. XIII-XV. yüzyıllar dönemine ait birçok güzel anıtı yok eden bu kudretli yıkım Atina toprakları üzerinde sonraları “antik” ilan edilen bir yığın virane yaratmıştır, res.1.36, res.1.37 ve res.1.41.

XV. yüzyıldaki Osmanlı istilasından sonra Atina tekrar –hem de kaçıncı kez– karanlığa gömülüyor. “Türk egemenliği zamanındaki Atina ve Yunanistan üzerine çalışan bir tarihçinin görevi ne kadar zorsa o kadar da tesellisizdir. KARŞISINDA BİR ÇÖL VAR” [195], s.362. Yunanistan ve Balkanlar’daki gelişmeleri betimleyen XV-XVI. yüzyıllara ait belgelerin, daha sonra, Osmanlılar bozguna uğradıktan ve Balkanlar’dan çekildikten sonra yok edilmiş olması olanak dışı değildir. Sonuç olarak Yunanistan tarihinde Osmanlı dönemi suni bir karanlığa dalmıştır. <<Batı... Yunanistan’ın düşüşü ile uzlaşıp onu neredeyse unutmuştur... Artık 1493 senesinde bir Alman hümanisti vakayinamesinde şu yazı ile yetinmiştir: “Atina şehri, Attika bölgesinde epey ünlüymüş. Ondan kalan salt pek az izdir” >> [195], s.364-365.

İş şu noktaya dek vardı. XVI. yüzyılın sonunda “bilimin, ünlü şehrin kaderi hakkında net bilgi edinme ihtiyacı aslında Atina’nın var olup olmadığı sorusuna yansıdı. Bu soruyu bir filhellen, Martin Krusius ortaya koymuştur... Bununla kendisini ölümsüzleştirmiştir... Martin Crusius ... Atina’yı yeniden keşfetmiştir. Konstantinopolis Patrikliği şansölyesi olan Theodosius Zygomalas’a 1573 senesinde yazdığı mektubunda, Alman bilim adamlarının iddia ettiği gibi, tüm bilginin annesinin var olmadığının, ATİNA ŞEHRİNİN YERYÜZÜNDEN KAYBOLDUĞUNUN VE YERİNDE SADECE BİRKAÇ BALIKÇI KULÜBESİNİN KALDIĞININ doğru olup olmadığını kendisine bildirmesini istemiştir.

Bilge Bizanslının cevabı ile birlikte Akarnanlı Simeon Cabasillas’ın daha sonraki mektubu Alman bilim adamını şehrin varoluşu hakkında rahatlatan ilk net veri idi; ŞEHRİN ANITLARININ HALİNE VE HALKININ BİTKİSEL HAYATINA TUTULAN İLK ZAYIF IŞIK İDİ” [195], s.364-366. Skaliger tarihinin kanaatine göre, bu şehirde Partenon’un “eski” mimarlar İktinos ve Kallikratos tarafından, Atina’da güya M.Ö. V. yüzyılda oluşan ve güya M.Ö. 429 senesinde kendisiyle birlikte vebadan ölen demokratik partinin reisi, meşhur konuşmacı ve komutan Perikles’in zamanında kurulmuş olduğu efsanesi yaşıyordu. Ancak hangi ayda öldüğü belli değildir.

XVII. yüzyıldan önce “antik Yunanistan” hakkında hâlâ hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Mesela 1607 senesinde H. Merkator ve J. Hondius’un Coğrafi Atlas’ı yayımlanıyor. İçinde Yunanistan’ın haritası bulunmaktadır. Arka yüzünde şunlar yazılı: “Eski zamanlarda Atina’dan bilimin bütün konuları üzerine kitaplar yazan oldukça bilgili bilim adamları çıkıyordu. Bu bilim adamlarının yazdığı kitaplar özel ve halk kütüphanelerinde saklanıyordu. AMA ŞİMDİ DİĞER BARBAR ÜLKELERİNDE OLDUĞU GİBİ YUNANİSTAN’DA DA DİL SANATLARI VE BİLİMLERİ ÜZERİNE ÇALIŞAN VEYA HATTA BUNLARI ANLAYAN KİMSE YOK. AKADEMİSİ OLAN BİR ŞEHRİ BULMAK İMKÂNSIZ... ŞİMDİ YUNAN HALKI KENDİ TARİHİNE DAİR HİÇBİR ŞEY HATIRLAMIYOR” [90], s.71.

Bilimsel Atina arkeolojisi ancak XVII. yüzyılın ortasında geliştirilmiştir. Yani Skaliger kronolojisi yaratıldıktan sonra. Atina kronolojisi Hollandalı Jaan de Maer’in çalışmalarıyla başlamıştır [195], s.366. Buna karşın “1835 senesinde bile bir Alman bilgini Jüstinyen’den sonra ATİNA’NIN YERİNDE DÖRT YÜZYIL BOYUNCA GAYRİMESKÛN BİR ÇÖL BULUNDUĞU fikrini ileri sürmüştür. ROMA ŞEHRİNİN ARAŞTIRILMASINA KIYASLA ATİNA’NIN ARKEOLOJİSİ YÜZYILLARCA GECİKMİŞTİR” [195], s.364-366. Ve sonra: “GÜYA ATİNA’NIN VAR OLMADIĞINA DAİR AVRUPA’DA İNATLA TUTUNAN ÖNYARGI ancak bizzat tanışma vasıtasıyla kırılabilmiştir: Bu yararlık Fransız Cizvitleri ve Kapüsenlerine aitti. Bunların ilkleri Atina’ya 1645 senesinde gelmiştir” [195], s.366.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında Fransız rahipleri şehrin ilk (!) planlarını hazırlamıştır. Bu andan itibaren Atina hakkında aralıksız ve az çok bilimsel araştırmalar başlıyor. Hem de Skaliger kronolojisinin ana hatlarıyla hazırlanmış olduğu bir ortamda. Bunun için XVII- XVIII. yüzyıllarda yaşayıp çalışan tarihçiler Yunanistan tarihini yeniden yapılandırırken Roma kronolojisine dayandığı için Roma tarihinin ardından Yunanistan tarihini de çarpıtıp değiştirmiştir.

5.4. Orta Çağ Atinası’nın Çehresinin XIX-XX. Yüzyıllardaki “Yapılandırmalarda” Önyargılı Şekilde Çarpıtılıp Değiştirilmesi

Şimdi Avrupalıların nihayet Osmanlıları yenip Yunanistan topraklarına ve ayrıca Atina’ya geldiği XIX. yüzyıldaki âna bakalım. Avrupalıların mesela Atina Akropol’ünde tam olarak neler gördüklerini bilmek son derece enteresandır. Çok doğal şeyler görmüşler. Atina ve Akropol Osmanlı yapıları, kuleleri ve tapınakları ile doldurulmuştur. Çoğu, Osmanlılara karşı XVII-XVIII. yüzyıllarda yaşanan savaşlarda hasar görmüştür. Örneğin bugün bize şunu anlatıyorlar: “Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik arasında düşmanlık ateşi patlayınca askeri harekâtın kızgın döneminde bir topçu mermisi Türklerin cephaneliği olan Partenon’a düşmüştür. Bu cephaneler patlamış ve Tidius’un birçok heykeli havaya uçmuştur” [198], s.15-16. Bu olay 1687 senesinde gerçekleşmiştir [198], s.19.

Ancak bugün Yunanistan’daki ana tahribatlarla ilgili olarak yalnızca Osmanlıları suçlamak bir gelenektir. Mesela Atina restorasyon komisyonunun başkanlığını yürüten Lord Elgin, res.1.42, ve İtalyan ressamı Lusieri herkese gürültüyle şunu anlatıyorlardı: <<Korunan heykellerin hali pek acınasıdır... ki bu, Türk Akropol garnizonunun işidir; Osmanlılar heykellerin bir kısmını topçu mermileri üretmek amacıyla parçalamışlar (? – A.F.). 1687 senesindeki patlama ile bile yıkılmayan ve Türklerce “eski putlar tapınağı” olarak adlandırılan eski Partenon ise Türkler tarafından kurşun arayışı içinde sürekli yağmalanıyordu>> [198], s.19. Kısacası, iyi Batı Avrupalılar gelecek kuşaklar için Yunanistan’ın “antik” başyapıtlarını korumaya çalışmışlar. Anlamaya başladığımız kadarıyla, bu başyapıtlar ağırlıklı olarak Osmanlılar tarafından XIV-XVI. yüzyıllardaki Moğol dönemi içinde yaratılmıştır, bkz. KKH.

Osmanlıların Yunanistan’ı topyekün yıktığı şeklindeki çağdaş suçlamaların tümüyle adil olduğu şüphelidir. Bazı tahrifatın XV-XVI. yüzyıllarda olup biten Osmanlı=Ataman fethi sırasında yaşanmış olması mümkündür. Ama pek çoğunun XVII-XVIII. yüzyıllarda Osmanlılara karşı başlatılan milli kurtuluş savaşları sırasında yok olduğu ortadadır. Gördüğümüz gibi, mesela meşhur Partenon’u hiç de Osmanlılar değil Venedikliler patlatmışlar, yukarıya ve [198]’e, s.15-16, bakınız.

XIX. yüzyılda yaşayan uygar Batı Avrupalıların geçmişin değerli mirasını korumayı nasıl üstlendiğine bir bakalım. Mesela Akropol’ün çevresini dolaşdıktan sonra bu yapıların “antik Yunan” ve şu çirkin yapıların “barbar Osmanlı” olduğunu mutlak bir güvenle iddia etmişlerdir. Bununla birlikte, asil lordların ve ince ressamların “antikçağ”ı Orta Çağ’dan hangi ilkeye dayanarak ayırt ettiği bize bugün anlatılmıyor. Büyük ihtimalle yargıları basittir. İçinde Hristiyanlığın ya da İslam’ın belli izlerini taşıyan her şeyin Klasik Atina’yı çarpıtıp değiştirdiği ilan edilmiştir. Mesela eskiliği açıkça çarpıtıp değiştirenler arasında çan kuleleri,

minareler, Hristiyan haçları, Osmanlı yarımayları, Slav ve Arap yazıları, “yanlış” mezar taşları var idi. Kalanların hepsi emin bir şekilde “antik” olarak adlandırılmıştır.

“Temiz” yapılar “temiz olmayan” yapılardan ayrıldıktan sonra ikinci dönem başlamıştır. Değersiz, Yunan ve “antik” ilan edilen yapılar müteşekkir gelecek kuşaklar için elbette tüm yollarla korunmalıdır. Bu yapılara dünyanın dört bir yanından yığın yığın turistler göndereceğiz. Bütün çirkin ve saçma Osmanlı yapıları ise hemen havaya uçurulacaktır. Yeniden doğmakta olan eskiliğin klasik görüntüsünü bozmasınlar diye. Res.1.42a’da 1838 senesine ait yekta bir görüntü gösterilmektedir, “Partenon, Patlamadan Sonra Cami” (J. Skin). Kısmen yıkılmış Partenon’un içinde ayakta kalan CAMİ (katedral) gözükmektedir! Sonraları restorasyon uzmanları “antiğin klasik görüntüsünü bozmasın diye” onu barbarca yıkmıştır.

XIX. yüzyılda Akropol üzerine, utanmadan restorasyon olarak adlandırılan “çok asil yıkımlar” dalgası çökmüştür. Bu arada, <<çok sayıdaki (Atina’nın - A.F.) restorasyon uzmanı arasında Truva’yı arayıp bulan Heinrich Schliemann bulunuyordu. 1875 senesinde, Orta Çağlar’da Propylaea’nin yerinde kurulan 21 metrelik kulenin yıktırılmasını, KULENİN “BÜTÜN AKROPOL’ÜN AHENKLİ ÇİZGİLERİNİ ÇARPITIP DEĞİŞTİRDİĞİNİ” ANLADIĞI İÇİN finanse etmiştir>> [198], s.99. Schliemann’ın “Truva’yı tam olarak nasıl arayıp buldu”ğunu ve sonuçta neleri “buldu”ğunu bölüm 5:11’de anlatacağız.

Böylelikle Atina’da geniş ölçekte, vecd halinde ve tamamen cezasız kalma duygusu ile Osmanlı binalarını, kulelerini, yapılarını kırıp geçirmişler. Bu “bilimsel restorasyon”un son dönemini yansıtan XIX. yüzyılda Akropol’ün halini kaydeden, az bulunur bazı fotoğraflar vardır. Res.1.43’te 1869 senesindeki Partenon’un çevresini kaydeden panoramik bir fotoğraf gösterilmektedir. Tarihçilerin yorumu şudur: “Stillman’ın manzara resminde (1869 senesi) Akropol’de Partenon’u anıtın ta zirvesine doğru tırmanan Türk konutlarından ancak kısmen temizlenmiş olarak görüyoruz. O zaman tapınağın restorasyonuna ve lığın kaldırılmasına henüz başlanmamıştı” [198], s.34.

Gerçekte ise, şimdi anladığımız gibi, o âna kadar çoğu yıkılmıştı ve bu nedenle resme girmemişti. Buna karşın bu eski resimde, Partenon’un sağında, uzakta hâlâ ayakta bulunan yüksek Osmanlı kulesi iyi gözüküyor, res.1.44. Bugün o artık yoktur. Restorasyon uzmanları onu 1869 senesinden sonra yıkmıştır. Bugün söylendiğine göre, ahenkli çizgileri ve klasik manzarayı bozmasın diye. Aynı zamanda diğer bayağı Osmanlı tahkimatı da acımasızca yıkılmıştır, aşağıya bakınız.

İşte 1860’lı yıllara ait bir başka kıymetli fotoğraf, res.1.45. Tarihçilerin yorumu şudur: “Atina’daki küçük Nike Tapınağı’nın temeli (sağ resimdeki sağ üst köşe) ancak 1835 senesinde Türk kale burcu yıkıldıktan sonra açılmıştır. Tapınağın arkasındaki kare Orta Çağ kulesi, şehrin bu kısmının görünüşünü mümkün olduğunca yeniden yaratabilmek amacıyla 1875 senesinde yıkılacak” [198], s.38.

Ama resmin res.1.46’da gösterilen büyütülmüş parçasında, ORTA ÇAĞ KULESİNİN TAŞ ÖRMESİNİN, ÜZERİNDE “ANTİK” TAPINAĞIN DURDUĞU “ANTİK” TEMELİN TAŞ ÖRMESİNDEN HİÇ FARKLI OLMADIĞI apaçık gözüküyor. Bütün bunların aynı zamanda, aynı uzmanlar tarafından, aynı inşaat malzemeleriyle XV-XVI. yüzyıllarda dikilmiş olduğu fikri doğuyor. O zaman neden Osmanlı kulesi acımasızca yıkıldığı halde komşu temele dokunulmamıştır? O halde onun da yıkılması lazımdı, çünkü o da tam olarak Orta Çağ’a aittir. Orta Çağ temeli üzerinde asılsız olarak inanılmaz eski ve çok klasik olduğu yeni ilan edilen sütunlar yükseldiği için korunduğu bellidir.

Bunun dışında, olasılıkla, “restorasyon uzmanları”na göre bu Osmanlı kulesini yıkmak gerekliydi, çünkü örülmesi açısından aynı olan “antik” temel ile komşuluğu Skaliger tarihi için bir tehdit oluşturmuştur. Zira herhangi bir tarafsız gözlemci tarihçilere, makul şekilde, bu Orta Çağ yapılarının “antik” olanlardan ne farkı olduğu sorusunu sorabilirdi. Cevap verecek bir şey bulunamazdı. Bunun için havaya uçurmaya karar verilmiştir.

Üzerlerinde açıkça Orta Çağ, Hristiyan ya da Osmanlı izleri taşıyan bütün yapılar yıkıldıktan sonra kalan anıtların kıyaslanacak bir şeyi kalmamıştır. Tarihçiler için tehlikeli sorular Osmanlı kulelerinin ve yapılarının kalıntılarının götürülmesi ile birlikte hiçliğe karışmıştır. Bu yerlerin burada yayımladığımız eski fotoğrafları çok nadirdir ve pratik olarak bugün az kişi için edinilebilir durumdadır. Bunun için Almanlar, İngilizler ve Fransızlar’dan oluşan [198] Batı Avrupalı restorasyon uzmanları cezasız kalacaklarından emindiler. Birinin onlara Orta Çağ ve “antik” yapıların neden aynı taştan, hem de aynı örme yöntemiyle örülmüş olduğu şeklinde kışkırtıcı bir soru soracağından korkmak zorunda değillerdi.

Birkaç sene sonra Akropol’e turlar düzenleyen rehberler turistleri “şehrin her zaman böyle” olduğuna bir ağızdan inandırmaya başlamıştır. Ve Osmanlı’nın “herhangi bir şeyinin burada asla lafı bile edilmemiştir”. Onlara tarihçiler bunun böyle olduğunu öğretmiştir.

Atina’daki “restorasyonlar”ın boyutu etkileyiciydi. Res.1.47 ve 1.48’de 1865 senesine ait ender bulunan bir fotoğraf daha gösterilmektedir. Tarihçilerin yorumu şudur: “1865 senesine ait bu Akropol resminde zirveye doğru uzayan ve TÜRK YAPILARI TAŞINDIKTAN SONRA KALAN kopuk çizgiler iyi gözüküyor. Solda Propylaeum ve henüz dokunulmamış Orta Çağ kulesi” [198], s.40. Res.1.49’da uzun zaman geçmeden tümüyle yok edilen bu Orta Çağ Osmanlı yapısının fotoğrafının büyütülmüş bir parçası gösterilmektedir.

1896 senesinde düzenlenen Atina’daki Olimpiyat oyunları sırasında çekilen bir Atina Akropol’ü fotoğrafı elimize geçti, res.1.50. Üzerinde Partenon üstünde yükselen büyük Osmanlı kulesi hâlâ gözüküyor. Bu, XIX. yüzyılın sonunda Akropol’de henüz Osmanlı yapılarının etkileyici kalıntılarının bulunduğu anlamına gelmektedir.

Res.1.51’de Akropol’un çağdaş kuşbakışı görünüşünü görüyoruz. Kepezin tüm yüzeyinin zamanında binalarla yoğun şekilde kaplı olduğu iyi gözüküyor. Bugün bunlardan kalan yalnızca temellerinin kalıntılarıdır. XIX. yüzyılın “restorasyon uzmanları” “antik” ilan ettikleri birçok yapıyı bırakmışlardı. Partenon, Propylaeu ve bazıları daha. Anlaşıldığı gibi, buranın yapılarının diğer ve açıkça daha büyük kısmı onlara kesinlikle uygun değildi. Büyük ihtimalle bunun sebebi bu binaların açıkça Orta Çağ ya da Osmanlı tarzında yaratılmış olmasıdır. Soğukkanlılıkla havaya uçurulmuş ve taşınmıştır. H. Schliemann’ın açıkça ve sinikçe ifade ettiği gibi, manzaranın çizgileri ahenke kavuşmuştur [198], s.99. Mamafih temellerin kalıntıları tedbiren korunmuştur. Toprak üzerinden ince ince çıkan bu suskun taşlar vasıtasıyla anlayacak bir şey olmadığı için onları hemen “çok antik” ilan etmişlerdi. XIX.

yüzyılın sonundan itibaren bu taşlar üzerinde heyecanlı turistleri gezdirip şunları dile getiriyorlar: İşte burada büyük Platon oturup akıl yürütüyordu. İşte tam bu taşta. Ayaklarının izleri bile kalmıştır. Turistler ise mutlulukla poz vererek resim çektiriyorlar.

Önyargılı “restorasyon” XX. yüzyılda da devam etmiştir. “Akropol bugün herkesin bildiği şeklini XIX. yüzyılın sonları-XX. yüzyılın başlarında, burada Yunan inşaat mühendisi Nikolaos Balanos çalışmaya başladığı zaman edinmiştir” [198], s.99. Nikolaos Balanos büyük bir iş yapmıştır ancak anlaşıldığı gibi onun yaptığı, mesela Partenon’un “yapılandırılması”, tapınağın gerçek eski görünüşü ile çok az kesişiyordu. “Balanos sayesinde 1933 senesine doğru o zaman mümkün olduğu kadarıyla Partenon tahminen 250 sene önceki kendi şeklini yeniden edinmiştir ancak bilim adamları, böyle bir kazanımın selamlanmasının gerekip gerekmediği hakkında fikir birliğine varmamıştır. 1922 senesinde Balanos’un özel yardımcısı, Anastasios Orlandos, sıra sütunların restorasyonuna karşı çıkmış ve alenen şefi ile alışverişini kesmiştir. Diğerleri Balanos’u, Perikles’in Atinası’nın ününün tanıklığını TAPINAĞIN GERÇEK BİÇİMİ İLE İLGİLİ BİLGİYİ YETERİ KADAR GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURMADAN kurmak (yeniden kurmak değil - A.F.) istemekle suçluyorlardı.

Balanos gerçekten yapılandırmasında ilk kullanılabilir mermer kırıntılarını, bunların ilkin nerede bulunduğuna pek dikkat etmeden işe uygulamıştır. İŞİN KÖTÜSÜ, MERMER KIRINTISININ BİÇİMİ UYGUN OLMADIYSA, BALANOS ŞEMASINA GÖRE PLANLANAN YERE UYSUN DİYE PARÇAYI KESMİŞTİR” [198], s.104. Genellikle Balanos, gördüğümüz kadarıyla, Partenon’un korunan parçalarını “eskilik” hakkındaki kendi öznel düşüncelerine uydurarak neredeyse yeniden üretmiştir.

Balanos’un Akropol’ü açıkça çok önyargılı bir şekilde ve Skaliger kronolojisine dayanarak “yeniden kurdu”ğunu ispatlayan tanıklıklar bulunmaktadır. Mesela Partenon’un, tarihçilerin Müslüman camii olarak değerlendirdiği bölümlerini yeniden kurmayı akla mantığa uymaz saymıştır. Bellidir. Skaliger tarihinde PARTENON’UN İLKİN BİR HRİSTİYAN TAPINAĞI OLUP DAHA SONRA MÜSLÜMAN CAMİİNE DÖNÜŞTÜĞÜNÜ düşünmek dahi kesinlikle yasaktır. Çağdaş tarihçiler yukarıda alıntılanan, Orta Çağ Partenonu’nun Hristiyan ya da Müslüman tapınağının görevlerini gördüğünü ispatlayan bütün tanıklıkların “Karanlık Çağlardaki barbarlık yapılandırması” sonucu olduğunu ilan ediyorlar.

Gerçi son zamanlarda iyiye doğru değişim işaretleri görüyor olabiliriz. Birkaç sene önce Partenon’un restorasyonunun başına geçen meşhur mimar Manolis Korres, “Partenon camiini” yeniden kurmak niyetini beyan etmiştir. Tarihçilerin ciddi direnişiyle karşılaştığını söylemeye ne gerek var ki. Şöyle yazıyorlar: “En büyük tartışma Korres’in restorasyonda Partenon’un yüzyıllar boyunca gördüğü değişimlerin bazı izlerini korumak planları etrafında çıkıyor. Mesela tapınağın içinde kurulmuş Müslüman camiini kısmen göstermek niyetinde” [198], s.102. Bildiğimiz kadarıyla, Korres’in Partenon’un XIV-XVI. yüzyıllar dönemine ait gerçek şeklinin en azından bir kısmını yansıtmaya yönelik teşebbüsleri henüz hiçbir sonuç sağlamamıştır.

Bu bölümü kısa ama ibret verici bir örnekle tamamlayacağız. Bu ayrıntı çağdaş “restorasyonlara” daima inanmak gerekmediğini görsel olarak gösteriyor. Res.1.52’de “Roma’nın yakınlarında Rönesans döneminde” bulunan meşhur “Laokoon” kompozisyonu gösterilmektedir [198], s.12. Bunun güya M.Ö. II. yüzyıla ait orijinalin güya M.S. I. yüzyıla ait bir mermer sureti olduğu düşünülmektedir. Gerçi üslubu ve kalitesi açısından bu kompozisyon mesela Michelangelo’nun, yani Rönesans döneminin yapıtlarına son derece benziyor.

Ayrıca res.1.52’de gösterilen Laokoon kompozisyonunun XVI. yüzyıla ait bir yapılandırma olduğu düşünülmektedir [198], s.13. Ancak, büyük ihtimalle, orijinali XVI. yüzyılda yapılmıştır. Diğer “yapılandırmalar” res.1.52a ve res.1.52b’de gösterilmektedir.

Üç heykelin de kollarının yukarıya doğru kaldırıldığına dikkat edelim. Belki bunda bir anlam vardı, dinî bir anlam örneğin. Günümüzde bunun hakkında kesin bir şey söylemek hayli güçtür. Ama en ilginç olgu bu değildir. Res.1.53’te aynı kompozisyonun ancak 1960 senesinde yapılan “restorasyonu”ndan sonra çekilen bir diğer fotoğrafı gösterilmektedir [198], s.12.

Çağdaş restorasyon uzmanlarının bir sebeple bütün heykellerin sağ kollarını kırdığını görüyoruz. Bunların ikisinde de çaresiz, tuhaf, yarı çakılmış kırıntılar şimdiye dek öylece kalmıştır. Bilim adamları düşünüp taşındıktan sonra, merkezdeki en büyük heykele kırdıkları kolun yerine eğrilmiş bir kırıntı takmıştır. Üstelik bunca zamandır burada eksik olan kırıntının nihayet bulunduğunu bildirmişlerdir. Bu kırıntı güya meçhul kalmış, herkesçe unutulmuş, asırlarca toprak içinde kalmıştır. Bunu güya “Vatikan depolarında” arayıp bulmuşlar [198], s.11. Çağdaş bilim adamları onu binlerce benzer kırıntı arasında hatasız bir şekilde seçmiş ve bunun da Laokoon’un kayıp sağ kolu olduğunu güvenle beyan etmiştir. Bu kol, XVI. yüzyıldan itibaren üç asır boyunca üzerinde bulunan koldan çok daha uygunmuş.

Bundan sonra uygun olmayan kol emin bir şekilde testere ile kesilmiştir. Yılanın yarısı ile birlikte, res.1.52, res.1.53. Kesilen parçalar belki de çöpe atılmıştır. Doğru olan kırıntı ise yapıştırılıp takılmıştır. Böyle bir iyileştirmenin mutlak gereksinimini bilimsel olarak temellendirmek için bir makale yazılması gerekmişti. Mamafih, BULUNAN KIRINTIYI HEYKELE TAKMAK İÇİN LAOKOON HEYKELİNİ BOZMAK ZORUNDA KALDIKLARINI ağızlarından kaçırmışlar. Tedbirli bir şekilde şunu yazıyorlar: “Burada uzanan kolun yerine yeni bulunan gerçek parça geçirilmiştir... Gereken oranı sağlamak için mermer bir yuva takmak gerekmiştir” [198], s.13.

Bu faaliyeti bir bilimsel araştırma olarak algılamak güçtür. Bu basitçe sahtekârlıktır.