BÖLÜM 5: RUS VE TÜRKİYE
1. EBU'L-FİDÂ: “RUSLAR TÜRK MİLLİYETİNE MENSUP OLAN BİR HALKTIR.”
Orta Çağ döneminde yaşayan meşhur vakanüvis Ebu'l-Fidâ, “Ruslar Türk milliyetine mensup olan, Doğu’da Oğuzlarla (guz = kaz = kazak – yazarın yorumu) sınırı olan bir halktır. Rusların Oğuzlarla kökenleri aynıdır...” diye söylemişti. Ebu'l-Fidâ “on birinci yüzyılda OĞUZLAR Fars’ı ele geçirip Selçuk monarşisini kurmuşlardı” diye sözlerine devam etmişti [31], s.392. Osmanlı İmparatorluğu’na aynı zamanda Ottoman İmparatorluğu deniliyordu [84]. Herhalde Ottomanlar ismi hafif bir şekilde çarpıtılmış olan Atamanlar ismidir. Bu yüzden ileride kimi zaman Osmanlı=Ataman İmparatorluğu ve Osmanlılar=Atamanlar konusundaki fikirlerimizi anlatacağız.
Rusların milliyeti Türk olan bir millet olması ilk anda çok şaşırtıcı gelebilir. Fakat acele etmeyiniz. Hatta Skaliger-Miller tarihine göre Rus hanedanının Moğol kökenleri vardır. PRENSLER HANLARIN KIZLARI İLE SIK SIK EVLENİRLERDİ [52]. Moskova Çarlarının birçok geleneği Moğol geleneklerinden gelmiştir. Diğer taraftan Türk hanedanının da Moğol kökenleri vardır. Mesele şudur ki, Türkiye, XIV. yüzyılın sonunda “Moğol Timur” tarafından ele geçirilmiş ve birçok Moğol âdeti benimsemiştir [87]. Aşağıda Moğol Hanlarının kim olduğunu anlatacağız. İleriye bakıp Moğol Hanlarının gerçekte Bizans İmparatorlarının akrabaları olduklarını söyleyelim. Bunlar eşlerini sık sık Bizans prenseslerinden seçerlerdi. Bu yüzden, söz konusu “Moğol geleneklerinin” bize vahşi göçebeler tarafından tozlu çöllerden, Çin sınırından getirilmiş olduğu düşünülmemelidir.
Rus ile Türkiye arasındaki ilişkiler, herhalde bugünlerde düşünüldüğünden çok daha derindir.
Rus’taki, yukarıda bahsettiğimiz Tatar isimlerinin düpedüz Osmanlı=Ataman isimleri olması mümkündür. Bu konuda okuyucumuzun dikkatini, çar sıfatında tasvir edilen Stepan Timofeyeviç Razin’i gösteren res.4.3, res.4.4 ve res.4.5’e bir kez daha çekelim. Başında, tam da Osmanlı=Ataman sultanlarının taktıkları başlıklar gibi Osmanlı bir çalması vardır!
Diğer taraftan, Orta Çağ dönemindeki Türkiye’de hem meşhur YENİÇERİLER hem de Sadrazamlar ve büyük kumandanlar çoğunlukla HRİSTİYAN KÖKENLİYDİLER, bunlar çoğunlukla SLAV idiler! Meşhur tarihçi T.N. Granovskiy’nin “Orta Çağ döneminin tarihi” konusundaki derslerine bakalım. Bu araştırmacı şunu bildirmektedir:
“Sultan Avrupa’nın en iyi piyadesine sahipti; BU PİYADENİN ASKERLERİ TUHAF İDİ (! – yazarın yorumu). Yaklaşık 1367 yılında... Türkler kendi ordusunda hizmet vermeleri için HRİSTİYAN OĞLANLARINI eğitmeye başlamışlardı... Her beş yılda bir köylerde tarama düzenlenirdi. Yüksek makam sahibi olan Türkler bütün Hristiyan çocuklarını inceledikten sonra en sağlam ve güçlü olanları seçip onları sultana gönderirlerdi... Bunlar yirmi yaşına girince yeniçeri ordusuna girerlerdi... Aile kuramazlardı... YENİÇERİLER Varna, Kosova Savaşları gibi BÜTÜN BÜYÜK SAVAŞLARI KAZANMIŞLARDI.
Konstantinopolis’i ele geçirenler de onlar idi. Demek ki, TÜRK SULTANI HRİSTİYAN NÜFUSU SAYESİNDE KUDRETİNİ SÜRDÜRMEKTEYDİ.” [34], s.48.
Çocukların bu askere alımının, bize artık düpedüz tanıdık gelen ve iyi bildiğimiz “tagma” = kan (soy) haracı olduğunu vurgulayalım. Tagma Rus’ta “Tatar-Moğol boyunduruğu” döneminde de yer almaktaydı, ayrıntılar için yukarıya bakınız. Bu kan haracı sayesinde kendi tabii asker artışı olmayan Orda = Rat = ordunun mevcudu artmıştı. O zamanlarda ORDUYA ALIM düzeninin böyle olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Askerliğe çocukken alınan bir adam bütün hayatı boyunca orduya hizmet ederdi. Daha sonra bu insanlara Kazaklar denilmeye başlanmıştı. Bu düzen Rusya’da herhalde Büyük Petro’ya kadar vardı, Türkiye’de ise daha geç bir döneme kadar sürmüştü.
Demek ki, XV. yüzyılın ortasında Konstantinopolis’i HRİSTİYAN kökenli insanlar ele geçirmişlerdi! Bu arada Sultanın, kuşatılmış olan Konstantinopolis’te onu destekleyen güçlü bir Hristiyan partisi vardı [62], s.191.
Konstantinopolis’in 1453 yılında fethedilmesinin zamanımıza ulaşan Rus tarifinin Konstantinopolis’in muhasarası ve zaptedilmesinin şahidi ve KATILIMCISI olan NESTOR İskender diye biri tarafından yazılmış olması mükemmeldir! Üstelik bu tarifi RUS DİLİNDE yazmıştı. Yıllar boyunca kendi milletinin kültüründen ayrı kalmış olan “Türklerin tutsağı”nın, “gençken Türkler tarafından tutsak edildiği halde” “o kadar doğal bir şekilde edebiyat etiketinin (RUS edebiyat etiketinin –bunu sonraki açıklamalarımızdan öğreneceğiz– yazarın yorumu) kurallarına nasıl uyabildiği” sorusu ortaya çıkıyor…
“Bunun, XV. YÜZYILDA YAŞAMIŞ OLAN SEÇKİN BİR RUS YAZARININ eseri olduğu şüphesizdir” [74], s.602. Buradan çıkan sonuç çok basittir. II. Mehmet’in, Konstantinopolis’i ele geçiren ordusunda, HÜCUMA KATILAN EĞİTİMLİ RUS İNSANLARI vardı.
Bize, “Türkler; Rus ve diğer Hristiyanları yalnız top yemi, yani er olarak kullanmışlardı” diye söyleyebilirler. Hayır, hiç de öyle değildi. Granovskiy, “Bunlar (Hristiyanların çocukları – yazarın yorumu) yeniçerilerin ordusuna girmekle kalmamıştı, bir kısmı ayrı saraylarda yetiştirilmekteydi... BUNLAR EN İYİSİ İDİ... İleride sultanın atlı muhafızları haline geliyorlardı... BÜYÜK KUMANDANLAR VE SADRAZAMLAR oradan çıkıyordu. 16. yüzyılda Türk silahlarına büyük ününü kazandıran bütün büyük sadrazamlar buradan çıkmışlardı.” diye sözlerine devam etmektedir [34], s.48-49.
Bugün, bazı Rus prenslerinin Türk Osmanlı=Ataman isimlerinin ve baba isimlerinin var olmasının, ısrarla korkunç Moğol-Tatar boyunduruğunun kanıtı olduğu düşünülmektedir. Konstantinopolis’i ele geçiren Türk ordusunun içinde Rusların var olması ve Türkiye’nin en büyük kumandanları arasındaki “Slav-Hristiyan kumandanların sayıca üstünlüğü”, nedense aynı tarihçilerde, Türkiye’deki korkunç Slav-Hristiyan boyunduruğundan her yerde bahsetmek isteği uyandırmamaktadır! Bize şöyle bir cevap verecekler: Osmanlı Slav- Hristiyan göçmenleri artık Hristiyan değillerdi, Müslüman olmuşlardı. Biz şöyle bir cevap vereceğiz: Doğrudur (en azından XVI. yüzyıldan itibaren, daha önce tek bir din olan Hristiyanlığın bölünmesinden sonraki durum öyle idi). Ama Rus’ta yaşayan Tatarlar da çoğunlukla Hristiyan idi. Bunu mesela, “Baskaklara ve bütün Ortodoks Hristiyanlarına” verilen mesaj da doğrulamaktadır. Ayrıca vaftiz edilmiş olan Kasimov Tatarlarını da unutmayalım.
Büyük ihtimalle ne Türkiye’de, ne de Rus’ta HERHANGİ BİR BOYUNDURUK VARDI. Gerçekte uluslararası devletin normal hayatı söz konusuydu.
Son derece enteresan bilgiler bize, XVI. yüzyılın sonunda “İngiliz Tüccarları Rus Konseyi”nin Moskova Şubesi’nin başkanı olan İngiliz Jerome Horsey’in notları ile ulaşmıştı. “Slav dilinin (demek ki, burada Rusya’dan bahsettiği için Rus dilinin – yazarın yorumu)... Türkiye’de, Fars’ta, hatta Hindistan’ın artık bilinen bölgelerinde kullanılıyor olması mümkündür” diye yazmıştı [47], s.97. Böylelikle artık XVI. yüzyılın sonunda TÜRKİYE’NİN, FARS’IN VE HİNDİSTAN’IN NÜFUSUNUN BİR BÖLÜMÜNÜN RUSÇA KONUŞTUĞU ortaya çıkmaktadır.
Bunun gibi bilgiler, tarihin bizim için çizilen resmine genellikle çok zor uyar. Bu olguların, gereksiz sorular ortaya çıkmasın diye açıklanmamış kalması tercih edilmektedir. Ancak “tarihe aykırı olan” bunun gibi bilgilerin sayısının çok olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunların hepsini değil ama bazılarını bu kitapta sunuyoruz.
2. TÜRKİYE VE RUS
Burada ana fikrimizin anlaşılması için önemli olan hipotezi formüle edelim. HEM RUS’UN HEM DE TÜRKİYE’NİN TEK BİR İMPARATORLUĞUN İÇİNDE BULUNDUĞU ZAMANLAR VARDI.
XVII. yüzyıla kadar Rus ile Türkiye arasındaki ilişkiler düşmanca değil, tam tersine gayet dostça haldeydi. Bu durum, bunların bir zamanlar TEK Büyük = “Moğol” İmparatorluğu’nun içinde bulundukları yönündeki hipotezimize tam olarak uymaktadır. Ancak daha sonra, bu imparatorluğun XVII. yüzyıldaki çöküşünden sonra Türkiye ve Rusya birbirinden ayrılmaya başlamıştı.
Orta Çağ döneminde Rusya’nın, MOĞOL = TÜRK İMPARATORLUĞU’NUN ORTODOKS PARÇASI olarak algılandığı direkt olarak bazı Arap vakanüvislerin eserlerinde yazılmıştır [68]. İmparatorluğun Ortodoks parçasının askerî bakımdan en güçlü parça olduğunu vurgulayıp, devletin ileride din açısından birleşeceğini ifade etmişlerdi. Fikirlerimize göre, daha önce en azından formel olarak tek olan Hristiyan kilisesinin Ortodoks, Latin ve Müslüman kiliseleri olmak üzere üç parçaya bölündüğü XV-XVI. yüzyıllarda ortaya çıkan büyük din raskolundan sonra yazılmış olan, XV-XVI. yüzyıllara ait metinler söz konusudur. Buna politik raskol da refakat etmişti.
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin XVII. yüzyıla kadar hayırhahtan bile fazla olarak nitelendirildiği bilinmektedir. 1613 yılında “Sultan, Moskova Hükümdarı ile “dostluk ve sevgi içinde” yaşayıp Litvanya Kralı’na Ruslarla birlikte karşı çıkacağına söz vermişti” [32], 2. cilt, s.161.
1619 yılında patrik (Rus patriği Filaret – yazarın yorumu), Don Kazaklarının Türkiye ile barış ilişkilerini sürdürmekle kalmayıp Türk paşalarının komutasında, Türk ordusu ile birlikte savaşmalarını istemişti” [32], 2. cilt, s.169.
1627 yılında Rusya’nın Türkiye ile ilişkileri aşağıdaki yazıyla saptanmıştır: “Büyük Hükümdar Murat için Çar Fyödor Mihayloviç ile dostluk içinde yaşasın, ara vermeden elçi alış verişinde bulunsunlar, Murat majesteleri Çarımıza yardım etsin, düşmanlarına ve Polonya Kralı’na (Çarımız ile) birlikte karşı koysun diye HAÇ ÖPÜYORUM. Murat; Kırım Çarı’nın, Nogayların ve Azak insanlarının Moskova’ya karşı savaşmalarını istemez” [32], 2. cilt, s.173.
Bu arada o dönemde Türkiye’nin Moskova büyükelçisi, herhalde ünlü Bizans İmparatoru Yoannis Kantakuzinos’un torunlarından olan YUNANLI Foma Kontakuzinos idi [32], 2. cilt, s.170. Galiba, Bizans soyluları Konstantinopolis’in II. Mehmet tarafından fethedilmesini bir yabancı fetih, kendilerinin Osmanlılar tarafından köleleştirilmesi, Bizans’ın düşmesi olarak değil Bizans’ta sıradan bir şey olan yeni hükümet darbesi olarak algılamışlardı. Bugün bize bu kadar mutat gelen bu terimler, herhalde artık Mehmet’in zaferinden sonra İÇ SAVAŞ sonucunda bozguna uğrattığı Konstantinopolis Latin partisinin üyeleri tarafından uydurulmuştu. Bir kısmı Batı’ya kaçmıştı. Oradayken uzun zaman boyunca, Batı Avrupa hükümdarlarını Bizans’a karşı, bu memleketi “Türk tutsaklığından” kurtarmak amacıyla haçlı seferine çıkmalarına ikna etmeye çalışmıştı. Bu propaganda kampanyası sırasında bugün bize mutat gelen, “Bizans’ın güya 1453 yılında düşmesi” konusundaki bütün bu sloganlar ve fikirler ileri sürülmüştü.
Türkiye ile Rus arasında yer alan önceki birliğin izleri, yukarıda kaydetmiş olduğumuz gibi Konstantinopolis’in 1453 yılında ortaya çıkan meşhur fethine RUSLARIN KATILDIKLARI keyfiyetinde bile kendini göstermektedir. Yukarıda sözü geçen, “XV. yüzyılda yaşamış seçkin Rus yazarı” Nestor İskender’in II. Mehmet’in ordusunda sıradan bir asker olduğundan şüphelenmiştik. Büyük ihtimalle Osmanlı ordusunun yöneticilerinden idi.
Bu arada, III. İvan’ın Konstantinopolis’in düşmesinden sonra Yunan Kralı’nın kızı ile evlenmesi, onun “savaş ganimeti” değil miydi?
Konstantinopolis fethedilmeden kısa süre önce Rus ile Bizans arasındaki ilişkilerin dinî nedenlerle kopmuş olduğu düşünülmektedir. Ruslar Konstantinopolis kilisesinin uniate (İng.) ve aykırı düşünceli olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Bizanslıların ve Türklerin “kötü” olduğunu sanmakta olan çağdaş tarihçiler, Rusların Bizans ile Türkiye arasındaki savaşa katılmadıkları görüşünü kabul etmişlerdi. Hücuma katılmış olan Nestor İskender’in Konstantinopolis’in fethedilmesinin tariflerini inceleyelim! Nestor İskender’in yazdıkları Rus’ta vakayinamelere alınmış ve Ruslar için bu olay konusundaki ASIL bilgi kaynağı olmuştu. Beklendiği gibi Nestor’un, hükümdarı olan II. Mehmet ile ilgili söyledikleri gayet hayırhahtır. Nestor’un Mehmet’in (Muhammed’in) ordusunda hizmet ettiğini hatırlatalım.
XVI. yüzyıla ait olan, Korkunç İvan’ın resimli Rus vakayinamesinin Çar-Grad’ın Türkler tarafından fethedilmesini tasvir eden minyatürünün gösterilmiş olduğu [74] kitabındaki renkli yapıştırma ilaveyi açalım. Minyatürün altındaki yazı “Kendisi ise (II. Mehmet – yazarın yorumu) mükemmel ordusu ile karadan ve denizden korkutucu bir şekilde hareket ederek, hüküm süren şehrin surlarına gelmişti. Takvimler Aralık ayını gösteriyordu. Toplarla ve el toplarıyla ateş edilmesini, surları yıkmak için çeşitli hilelerin kullanılmasını emretmişti. Şehre giden yolları açmaya çalışmıştı.” diye söylemektedir.
Gördüğümüz gibi, orijinal metinde Mehmet’ten OLDUKÇA HAYIRHAH bir şekilde bahsedilmektedir. Şimdi ise bu metin parçasının, [74]’de, s. 222’de gösterilmiş olan ÇAĞDAŞ VERSİYONUNUN nasıl göründüğünü inceleyelim. Bu versiyon aşağıda sunulmuştur.
“İNANÇSIZ KURNAZ elçileri gönderirken, aynı zamanda şehre toplarla ve el toplarıyla ateş edilmesini emretmiş, ayrıca surları yıkmak için çeşitli hileler kullanmış, şehre çıkış yollarını hazırlamıştı.”
Bu herhalde aynı parçanın, bize göre en erken XVII. yüzyılda ortaya çıkan başka bir versiyonudur. Herhalde metnin yeniden yapılması ile kastedilen, Osmanlılara hayırhah olan ilk anlatıma büyük harflerle belirttiğimiz İNANCI OLMAYAN, KURNAZ vs. gibi kelimelerin eklenmesiydi. Bu kelimeler metne hemen Osmanlılara karşı düşmanca ayrıntılar katmıştı. Tam tersine, dostça tutumu ifade eden MÜKEMMEL gibi kelimeler kaldırılmıştı. Sonuçta metnin içindekiler biçimsel olarak değişmemiş, yazarın gerçek tutumunun yerine ise ters tutumu konmuştu. İşte Skaliger-Miller Rus tarihi bu şekilde yazılmıştı.
Bu arada, OSMAN ile ROSMAN (ROS-MAN, ROS) ve OTTOMAN ile ATAMAN isimleri arasındaki göze çarpan ses benzerliğine dikkat edelim. Konstantinopolis’i 1453 yılında fetheden Türklerin kendilerine OSMANLAR ya da OTOMANLAR dediklerini hatırlatalım. Yani ROS-MANLAR (Rus insanları) ve atamanlar mı?
3. TÜRK YENİÇERİSİNİN RUS HARFLERİ İLE YAZILMIŞ OLAN NOTLARI
Elimizde, “Yeniçerinin notları. Bu notlar Ostrovitsa’dan Konstantin Michayloviç tarafından yazılmıştır” adlı çok enteresan bir kitap var [56]. Kitabın sonundan başlayalım. Son sözleri şöyledir: “Bu kitap ÖNCE RUS HARFLERİ İLE Tanrı’nın doğumundan sonra 1400 yılının yaz mevsiminde YAZILMIŞTIR” [56], s.116. Polonya listesinde bu kelimeler şu şekilde görülmektedir: "Tha Kroynika pyszana naprzod litera Ryska latha Narodzenia Bozego 1400" [56], s.29.
Bu kelimeler çağdaş yorumcuları iyice sinirlendirmektedir. Önemli vakayinamelerin, Rusya’nın topraklarının dışında RUS HARFLERİ İLE yazılmadığı ve yazılmasının hiç mümkün olmadığı bugün “herkesçe bilinmektedir” ki. Latin harfleri ise bambaşka bir şeydir. Yorumcu A.İ. Rogov bu konuda, “Yazının kendisi Polonya yazımı açısından hatalarla doludur. RUS HARFLERİNDEN NEYİN ANLAŞILMASI GEREKTİĞİ SORUSU PEK AÇIK DEĞİLDİR” diye yazmaktadır. Büyük ihtimalle bu yalnızca Kiril alfabesidir. Fakat Sırp Kiril alfabesi olması da mümkündür.” [56], s.29. Şaşırtıcı bir şey! Rusça yazan çağdaş yorumcu RUS HARFLERİNDEN ne anlaması gerektiğini tam olarak bilmiyor! Orijinalin yazılmış olduğu dilin BİLİNEN dillerden olmadığı düşünülmektedir [56], s.9. Ancak çağdaş yorumcular yine de, “Notlar”ın kitabın “önce RUS harfleri ile yazılmış olduğunu” söylediğini tümüyle gözardı edemedikleri için, temkinli şekilde hipotezlerini açıklamaktadırlar. “Fakat Konstantin’in Eski Sırp ya da eski Slav dilinde yazması mümkün mü? Büyük Litvanya Prensliği’nin, benzer bir edebi dili kullanmakta olan kalabalık Ortodoks nüfusunun bu dili anlaması mümkündü... Tam aynı şekilde, Vilna Gimnazyumu’nun hocası olan Yan Zakrevskiy’nin sözlerine atıf yapıp Dereçin Sapeg Kütüphanesi’nde “bir yeniçerinin” KİRİL HARFLERİ ile yazılmış olan “Notlarının” bulunduğunu söyleyen M. Malinovskiy’nin ifadelerine ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. Tam da Büyük Litvanya Prensliği’nde dilin grafik ile bu özel şekilde karışmasının, KİTAPLARIN TA BELARUS DİLİNDE ARAP ALFABESİ İLE YAZILMASINA KADAR söz konusu olduğunu unutmayalım (! – yazarın yorumu)” [56], s.31.
Bazı BELARUS kitaplarının ARAP alfabesi ile yazılmış olduğunun belirlenmesi en titiz dikkate ve araştırmaya layıktır. Bizim yapılandırmamız bu keyfiyeti çok iyi açıklamaktadır.
Ayrıca “Yeniçerinin Notları”nın Çek listelerinden birinin ismi çok enteresandır. “Bu davranışları ve vakayinameleri oluşturup yazan, Türkler tarafından yeniçeri ile birlikte Türk Sultanı Mehmet’in sarayına alınmış olan Ostrovitsalı Konstantin Mihayloviç’in oğlu, Konstantin ismindeki eski bir SIRP ya da RATS Krallığından gelen bir SIRP ya da bir RATS idi”. Mehmet’in sarayında ona ketaya zveçarskiy, Fransa Kralı’nın sarayında ise Carlo denilmişti [56], s.30.
Buradan Sırpların eski isminin RATSLAR ya da düpedüz RUSLAR olduğu anlaşılmaktadır. Sırp Krallığı’nın eski ismi Rats ya da düpedüz Rus Krallığı’dır. Dolayısıyla “Notlar”ın yazarının Rus, Sırp olduğu ortaya çıkmaktadır. Üstelik Türkler ona KETAYA, yani KİTAYETS (Çinli) ya da artık anlamış olduğumuz gibi İSKİT, yani KİTİY diyorlardı. Konstantin’in Rus, Sırp İskiti olduğu ortaya çıkmaktadır. Onun Rusça ve Rus harfleri ile yazması şaşırtıcı değildir. Her şey yerli yerine oturmaktadır.
Sonra ise çağdaş yorumcular “1400 yılı tarihi”nin yanlış olduğunu ve yerine “1500 yılı”nın konulmasının gerektiğini söylemektedirler [56], s.29. Yani yüz yıllık hata söz konusudur. Bu hatayı, Rus ve Batı Avrupa tarihinde yüz yıllık kronoloji oynaması çok açık bir şekilde meydana çıktığı için çok iyi biliyoruz. Burada da ortaya çıkması mümkündür.
“Yeniçerinin Notları”nda tarif edilmiş olan birçok keyfiyet tarihçilerde şüphe uyandırmaktadır. Onlara göre bu metinde birçok çelişki vardır. Bir taraftan Konstantin Türklerden nefret ediyor, başka taraftan ise onlar ile ilgili birçok iyi şey söylüyor. Bir taraftan Konstantin Hristiyanmış gibi görünüyor [56], s.14. (“Yeniçerinin Notları”nın – yazarın yorumu) İçinde yazarın İslam dinine geçtiği konusunda bir ima bile yoktur. Tam tersine, Konstantin’in HRİSTİYAN DİNİNE BAĞLILIĞINI VE SADAKATİNİ VURGULAMIŞ OLMASI ihtimali daha büyüktür. Bu, önsözde ve “Notların” IV. bölümünde daha iyi göze çarpmaktadır [56], s.15.
Öbür yandan, Konstantin sadece başkalarının hikâyelerinden değil, kendi izlenimlerine dayanıp Müslümanlığı mükemmel bir şekilde bilmektedir. Çağdaş yorumcu ise şaşkınlıkla “Müslüman olmadığı halde, camilere o kadar rahat gitmesi mümkün müydü?” diye soracak. Ayrıca Konstantin, üstelik çok ayrıntılı bir şekilde, derviş ritüelleri konusundaki izlenimlerinin (XXII. bölüm) detaylarını bildirmektedir. BİLİNDİĞİ GİBİ, DERVİŞ RİTÜELLERİNE SADECE BAŞKA DİNE İNANANLAR DEĞİL DERVİŞLİĞE TAKDİR EDİLMEYEN MÜSLÜMANLARIN BİLE GELMESİNE İZİN VERİLMEZDİ... Nihayet, Sultanın Bosna’nın ana kalelerinden biri olan Zveçay’daki garnizonun başına bir Hristiyanı getirmesi ve yönetimine elli yeniçeri ve bundan başka otuz Türk askerini daha vermesinin tahmin edilmesi hiç mümkün değildir [56], s.15.
Skaliger tarihi için tuhaf gelen şeyler, bizim yapılandırmamız için doğal ve hatta gerekli olan şeylerdir. “Yeniçerinin Notları”nda tarif edilmiş olan dönemde Müslümanlık ve Hristiyanlık birbirlerinden bugün düşünüldüğü kadar ayrılmamışlardır. Onların raskolu sonra ortaya çıkacaktır.
“Yeniçerinin Notları” tarihin bugün kabul edilmiş olan Skaliger versiyonundan birçok konuda farklıdır. Dolayısıyla, çağdaş yorumcular bu çelişkilere dikkat etmek zorunda kalmakta ve tabii onları Konstantin’in aleyhine yorumlamaktadırlar. Konstantin hata yapmakla, her şeyi karıştırmakla, “gerçek tarihi bilmemekle” suçlanmaktadır. Bu konuda birkaç örnek verelim:
“Mesela, bu arada III. Murat denilmiş olan II. Murat Süleyman, Musa ve Mehmet ile BİR KİŞİDE birleştirilmişti (XIX. bölüme, 1. nota bakınız).” Bu göz önünde bulundurulunca hem Türk sultanlarının hem de Sırp ve Bosna despotları ve hükümdarlarının soy ağaçlarındaki çok sayıda hata anlaşılıyor. Mesela, Sultan Murat, Orhan ile karıştırılmıştı (bölüm. XIII), I. Uroş’a değil Stefan Prvovenčani‘ya ilk Sırp kralı denilmişti (bölüm. XV)... Aynı sebepten ötürü şehrin kuruluş zamanı, içindeki tahkimatların kuruluş zamanı ile karıştırılmaktadır (bölüm. XVII, 7. nota bakınız). UTANILACAK FAHİŞ COĞRAFİ HATALARIN tabiatı da aynıdır. Mesela, Fırat Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü şeklindeki fahiş hata bunların arasındadır (bölüm XXXII).” [56], s.26.
Bu arada Konstantin’in bilgilerine göre ilk SIRP, yani RUS kralı UROŞ ya da düpedüz ROŞ ya da RUS olan biri idi. Bizim yapılandırmamız çerçevesinde bu çok doğal bir şeydir.