Anatoliy T. Fomenko, Gleb V. Nosovskiy
UNUTULMUŞ YERUŞALEM
(Yeni Kronoloji’nin Işığında İstanbul)

A.İ. Lızlov’un “İskit Tarihi”nden alınmış Türk Sultanlarının Sarayının Tarifi” Ekiyle.oji.

BÖLÜM 5: RUS VE TÜRKİYE

7. AZİZ SERGEY’İN BÜYÜK ÜÇLERİN MANASTIRI’NA, PRENSLER MSTİSLAVSKİYLERİN KATKISI OLAN PİSKOPOS MİTRASININ ÜZERİNDEKİ ARAPÇA YAZI

Aziz Sergey’in Büyük Üçlerin Manastırı’nda (bu manastır Moskova bölgesindeki Sergiyev Posad şehrinde bulunmaktadır) bir uygulamalı güzel sanatlar müzesi yer almaktadır. Bu arada orada çok enteresan bir şey sergilenmektedir. XVII. yüzyıla ait olan değerli piskopos mitrası söz konusudur. Bu mitraya ait olan açıklayıcı levha, “1626 yılına ait olan bir mitra. Altın. Gümüş. Değerli taşlar, incidir; mine, çakma, oymadır. Prensler Mstislavskiylerin katkısı” diye söylemektedir. Res.5.16’ya bakınız. Mitranın resmi L.M. Spirina’nın “Devlet tarih-sanat doğa koruma alanı Sergiyev-Posad Müzesi” albümünde gösterilmiştir [86].

Biz bu müzeyi 1997 yılında ziyaret etmiştik. Bahsettiğimiz mitrayı dikkatle gözden geçirirken  tesadüfen  tam  alnın  üstüne,  yani  altın  haçın  üstüne,  üzerinde  ARAP  YAZISI OLAN bir kırmızı değerli taş koyulmuştur. Bu yazıyı farketmek oldukça zor idi, çünkü yalnız belli bir açıdan görülebiliyor. Taşın parıltısının onu görmemizi engellememesi için durmamız gerekiyordu. Aniden Arap yazısını görünce bize refakat eden rehber kadına bu konuda soru sorduk. Gerçekten taşın üzerine Arap yazısının kazınmış olduğunu doğruladı. Ama tam olarak ne yazılmış olduğunu bilmiyordu. Ayrıca bu soruya müze çalışanlarından hangisinin cevap verebileceğini de bilmiyordu.

Mamafih, kısa süre sonra tarihçiler sorduğumuz soruya “cevap verdiler”. 2005-2006 yıllarında mitra onarım görmüştü. Onarımdan sonra yazı ortadan kalkmıştı. Bu onarımdan sonra üzerinde yalnız küçük çizikler şeklindeki izler kalmıştı.

Arap yazısının mitranın önünde, hacın tam üstünde, yani bu mitrayı ORTODOKS AYİNLERİ SIRASINDA (zaten mitra tam bu amaçla gerekmektedir) TAKAN piskoposun tam alnında yer aldığını vurgulayalım. Bu Arap yazısının tesadüf olmadığı ve belirli, büyük ihtimalle dinî bir anlamı olduğu besbellidir. Bu anlamı da eski Rus Ortodoksluğu ile hemen hemen bağdaşabilirdi.

Bugün  Rus  piskoposlarından  birinin  kilisede,  alnında  Arap  yazısının  bulunduğu mitrayı takıp ayin okumaya cesaret edeceği şüphelidir. Ama gördüğümüz gibi XVII. yüzyılda ise bu pekâlâ mümkün idi. Üstelik piskoposun şüpheli bir yerde değil, yüzyıllar boyunca Rus Ortodoks Kilisesi’nin en önemli manevi merkezi olduğu düşünülen Aziz Sergey’in Büyük Üçler Manastırı’nda ayin okurken böyle bir mitrayı takması mümkün idi.

Bu kuşkusuz, Rus kilisesinin XVII.  yüzyıla kadar olan tarihinin tarafımızca  kötü, büyük ihtimalle çok çarpıtılmış şekilde bilindiği anlamına gelmektedir. Herhalde Romanovlar ORTODOKSLUK İLE MÜSLÜMANLIK ARASINDAKİ XIV-XVI. YÜZYILLARDAKİ ESKİ  YAKINLIĞI  SAKLAMAYA  ÇALIŞMIŞLARDI.  Bu  yakınlığı  gösteren  parlak  bir örnek daha verelim.

 

8. AFANASİY NİKİTİN’İN “ÜÇ DENİZ ÖTESİNE SEYAHATİ”

Eski Rus edebiyatından, Afanasiy Nikitin’in ünlü “Üç Deniz Ötesine Seyahati” eserine bakalım (Rus. "Хожение за три моря" Афанасия Никитина. Bu arada Nikitin’in kitabında "Хождение" kelimesinin yerine "Хожение" kelimesi yazılmıştır [95]). Afanasiy Nikitin’in “Üç Deniz Ötesine Seyahati”nin N.M. Karamzin tarafından Aziz Sergey’in Büyük Üçler Manastırı’nın kütüphanesinde XVI. yüzyıla ait olan Üçlerin Vakayinamesi denilen tarih kitabının içinde bulunmuş olduğu bilinmektedir [95], s.131. Sonra da birkaç tane daha liste bulunmuştu. Bugün altı tanesi bilinmektedir. Bunların en eskisinin Üçlerin Listesi olduğu düşünülmektedir. Biz herhangi bir yerde değil, tekrarlıyoruz, tam da en önemli Rus manastırı olan Aziz Sergey’in Büyük Üçler Manastırı’nın kütüphanesinde bulunmuş olan listeyi kullanacağız.

Bu listede şunları okuyoruz. Sadece bazı parlak alıntıları veriyoruz. Metin şu sözlerle başlamaktadır: “Tanrım benim, Tanrı’nın oğlu İsa Mesih, Aziz atalarımızın duası için beni, günahlı kölen olan Nikitin’in oğlu Afonasiy’i bağışla.” [95], s.9. Bu metni, dini ORTODOKSLUK olan birinin yazdığı bellidir. “Seyahat”in büyük bir kısmı Rus dilinde yazılmıştır. Yalnız zaman zaman Afanasiy Nikitin rahat bir şekilde Türk diline ya da hatta Arap diline geçmektedir. Sonra yine çok rahat bir şekilde Rusça’ya dönmektedir. Kendisinin, okuyucuları gibi birkaç dil bildiği meydandadır. Yalnız, en önemli şey bu olgu değildir. Afanasiy Nikitin’in Türk dilini ya da Arap dilini RUS ORTODOKS DUALARI için kullanması en önemlisidir! Ya da uygun görürseniz, İslam-Ortodoks duaları için. Bu kelime grubu bizim zamanımızda garip görünse de...

Örnek verelim. Afanasiy Nikitin, “Göğün ve yerin kurucusu olan Tanrım benim! Kölenden yüzünü çevirme, çünkü acı yaklaşıyor. Tanrım benim! Bana bak ve beni Senin yaratığım olduğum için bağışla. Tanrım benim, gerçek yolundan beni şaşırtma. Tanrım benim, beni doğru yoluna gönder, Tanrım benim, çünkü sana hiç bir iyilik yapmadım, Tanrım benim, günlerimi kötülük içinde geçirdim, Tanrım benim, Ollo Pervodiger, sen Ollo’sun, karim Ollo, Ragım Ollo, Karim Ollo, ragımello; Ahalim dulimo. 4 Büyük gün Beserman toprağında artık geçti, Hristiyanlık kalmadı; sonra ne olacağını Tanrı biliyor.” diye yazmaktadır [95], s.24.

Burada Afanasiy Nikitin DUANIN TAM ORTASINDA Türk diline ve Arap-Fars diline geçmektedir. Bu arada Tanrı kelimesinin yerine Ollo, yani ALLAH kelimesini vs. yazmaktadır.

Başka bir örnek verelim. Nikitin Hindistan konusunda “Buthan’a tüm Hindistan ülkesi geliyor... Buthan’a bütün insanlar gelir oldu azar lek vaht başet sat azare lek. Bu[t]han’daki But ise taştan yapıldı, çok büyüktü.” diye yazmaktadır [95], s.18.  Sonra ise Afanasiy Nikitin “Hindistan Buda (“But”) heykelini” tarif ederken bu heykelin ELİNDE MIZRAĞI TUTAN

JUSTİNİANOS’UN  HEYKELİNE  benzediğini  söylüyor.  Bu  konuda  yazdıkları  şunlardır: “Çar Grad kralı Justinianos gibidir” [95], s.18. Nikitin’in “AZAR LEK VAHT BAŞET SAT AZARE LEK” metnine dikkat ediniz. Rus metnine Fars dilinde yazılmış olan bir cümle eklenmiştir: "bütün insanların sayısı BİN LEK İDİ, ZAMAN ZAMAN DA YÜZ BİN LEK OLURDU." [95], s.177.

Afanasiy Nikitin’in bu yerde Fars diline geçmek için görünürde hiçbir sebebi yoktu. Bu olayda Nikitin herhangi bir yerli veya milli rengi göstermek istememekte, hiçbirini de alıntılamamaktadır.  Yalnız  acele  etmeden  izlenimlerini  anlatmakta  ve  kendisi  hiç  fark etmeden Fars diline geçmektedir. Bunu yaparken Farsça söylediklerini RUS harfleri ile yazmaktadır.

Bu arada elinde mızrak olan Bizans İmparatorunun heykeli ile benzer bir şekilde yapılmış olan Buda heykeli, “Hindistan BUDA” kültünün, dünyanın büyük fatihi olan BATU HAN’IN kültünü içine aldığı fikrinin ortaya çıkmasına sebep oluyor, ayrıntılar için “Rus’un Yeni Kronolojisi” kitabımıza bakınız [5]. Bunun için Afanasiy Nikitin burada BUTHAN ya da BUT-HAN kelimesini kullanmaktadır, yani Hindistan hükümdarına Batu Han demektedir.

Nikitin’in yazdığı Arapça ifadenin bir örneğini daha verelim: “Pazar günleri ve Pazartesi günleri yalnız bir kere yemek yiyorlar. Hindistan’da ise paçektur, a üö yüze- der: sikiş ilarsen iki şitel; akeçanı ila atırsenatle jetel ber; bulara dostor: a kul karavaş üç yüz çar funa hub ben funa hubesiya; kapkara am çük kiçi hoş. Pervati şehrinden Beder şehrine gitti” [95], s.19.

Afanasiy Nikitin’in yabancı bir şey tarif etmek için yabancı dilleri kullandığının söylenmesi mümkündür. Ancak vermiş olduğumuz örnekler durumun öyle olmadığını gösteriyor. Tam tersine Afanasiy Nikitin uzak memleketlerden bahsederken daha çok Rus kelimelerini kullanmaktadır. RUS’TAN KONUŞURKEN ise sıkça Türk ya da Arap diline geçmektedir. Mesela, Afanasiy Nikitin’in RUS TOPRAĞI HAKKINDAKİ duasına bakalım. Nikitin farklı ülkelerde gördüklerinden bahsederken eninde sonunda Rus’u özellikle sıcak duygularla (Urus’u) hatırlamaktadır. Bu konuşmasını Rus Toprağı konusundaki dua ile bitirmektedir. Bu duanın tam başlangıcında Rus dilinden Türk diline geçmektedir: “Podolya Toprağı her şey ile zengindir; Urus ise erye tangrı saklasın; Ollo sakla, hudo sakla, budonyada munukıbit yer yoktur; neçik Urus yeri beglari akay tusil; Urus yer abadan bolsın; raste kam deret. Ollo hudo, Tanrım (Rus. Bog), Bog Dangrı” [95], s.25.

Çağdaş yorumcular “Son cümlede Bog kelimesi dört dilde tekrarlanmaktadır: Yani Arap dilinde (Ollo = Allah), Fars dilinde (Huda), Rus dilinde (Bog) ve Türk dilinde (Danyırı = Tangrı)” diye yazmaktadırlar. Aşağıda duanın çevirisini veriyoruz: “Tanrı Rus Toprağını korusun! Tanrı korusun! Bu toprağa benzer bir memleket yoktur...” [95], s.189.

Bu sözlere çağdaş tarihçiler dayanamazlar. Okuyucuya acele ile bir şey “anlatmaları” gerektiğini  hissedince  yakayı  şu  şekilde  kurtarmaya  çalışıyorlar  (oldukça  beceriksiz  bir şekilde olduğunu söylemek gerekir). Şu şekilde yazıyorlar: “Afanasiy Nikitin’in duası aynı anda yurda karşı ateşli sevgisini ve politik rejimi kınamasını ifade etmektedir. Herhalde bu son   keyfiyet,   YAZARIMIZIN   DUASINI  RUS   DİLİNDE   DEĞİL,   TÜRK   DİLİNDE YAZMASINA SEBEP OLMUŞTU” [95], s.189.

Peki bu “bilimsel açıklamanın”, Afanasiy Nikitin’in BOG kelimesini ALLAH şeklinde yazması ile ne alakası var? Fikirlerimize göre alakası yoktur. Ayrıca Nikitin’in Türk, Fars ya da Arap diline çok rahat bir şekilde sıklıkla geçtiğini gördük. Bunu dualarını yazarken bile yapmıştı. Eserlerinde Türk, Fars ya da Arap dillerine geçtiği o kadar çok yer var ki onları alıntılama imkânımız bile yoktur.

Aslında Afanasiy Nikitin’in metninin hemen hemen her yerinin çağdaş tarihçileri sinirlendirdiğini  söylemek  gerek.  Tarihçilerin  nedense  Orta  Çağ  tarihini,  o  zamanlarda yaşayan ve o zamanlarda olup bitenlere tanık olan Afanasiy Nikitin’den daha iyi bildiklerine dair bir inançları vardır. Bundan dolayı, ona farklı suçlamalar yöneltiyorlar. Bunların içinden yalnızca bazı örnekler verelim.

Afanasiy   Nikitin   Budizm   konusunda   ve   “But’a”   inanç   konusunda   çok   şey yazmaktadır. Çağdaş yorum şöyledir: “But” ifadesinin Afanasiy Nikitin’in metninde Buda anlamına geldiğini DÜŞÜNMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR: Bilindiği gibi... Budizm VIII. ile XI. yüzyıllar arasında Hindistan’ın dışına itilmiştir. Afanasiy Nikitin XV. yüzyılda Hindistan’da ne Budistleri ne de Budizm kültünü bulabilirdi” [95], s.176.

Demek ki, Nikitin güya “bambaşka bir şey” kastetmişti. Güya metnini çok direkt anlamamak gerektir. Tam tersine alegorik bir şekilde alınmalıdır. Yani çağdaş tarihçilerin işlerine geldiği şekilde.

Başka bir örnek verelim. Nikitin Hindular konusunda şunu yazıyor: “İnançları konusunda sorup soruşturdum, onlar ise “Âdem’e inanıyoruz, But ise (yani Buda – yazarın yorumu) diye söylediler, Âdem ve onun bütün soyudur” diye cevap verdiler” [95], с.60. Yani Afanasiy Nikitin, Buda kültü ile Avrupa dinleri arasında bağlantıların olduğunu net olarak gösteriyor. Hem Hindistan’ın hem de Avrupa’nın bir ortak kurucusu vardı. Bu da Âdem idi. Çağdaş  tarihçi  bu  durumu  şu  şekilde  yorumlamaktadır:  “Afanasiy  Nikitin’in  sözleri... herhalde ÂDEM’İ BİLMEYEN Hinduistlerin kendisinin kötü anladığı açıklamalarına dayanmaktadır.” [95], s.176. Nikitin yine hiçbir şey anlamamıştı. Ondan birkaç yüzyıl sonra yaşayan çağdaş tarihçiler tabii her şeyi biliyorlar! XX. yüzyılda yaşayan bu tarihçiler XV. yüzyıla  ait  olan  olaylara  tanık  olanı  emin  bir  tavırla  düzeltiyorlar.  Afanasiy  Nikitin’in etrafında gördüklerini doğru anlamasına kim yardım edebilir ki!

Afanasiy Nikitin’in Yeruşalem kelimesini hiç de çağdaş anlamında kullanmadığını söylemek gerekir. Bugün pekâlâ belirli bir şehre Yeruşalem (Kudüs) demeye alıştık. Ancak Afanasiy Nikitin, Yeruşalem kelimesinin ana kutsal şehir anlamına gelen bir kelime olduğundan emindir. Fikirlerine göre farklı dinlerin, ya da hatta farklı devletlerin FARKLI YERUŞALEMLERİ vardı. Aynen şunu yazmaktadır: “Pervat şehrine kendi But’larına (yani Buda’ya – yazarın yorumu), onların Yeruşalemleri, Besermen dilinde Myakka (yani Mekke – yazarın yorumu), Rus dilinde Yeruşalem (yani Rus-Roma, Rus Roması – yazarın yorumu), Hint dilinde ise Parvat (yani “önemli” anlamındaki Perviy, birinci – yazarın yorumu) tapınmaya geliyorlar” [95], s.19.

Demek ki, Nikitin bize çok ilginç bir şeyi bildirmektedir. Hem Yeruşalem’in hem de Mekke’nin belirli yerlerin isimleri değil, farklı dillerde AYNI anlama gelen kelimeler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu kelimeler bir dilden başka dile çevrilirken birbirlerine dönüşüyor. Burada şu anda şu ya da bu inancın ana kutsal yerinin bulunduğu şehir söz konusudur. Ya da dinî başkent. Farklı ülkelerde bu başkentlerin FARKLI olduğu bellidir. Zamanla onlar da değişmiştir.

Bu arada tam bu sebeple Moskova’ya daha XVI. yüzyılın başında Yeruşalem, yani Rus Roması denilmişti. Bu konudan daha ayrıntılı bir şekilde “Kutsal Kitap Rus’u” adlı kitabımızda bahsediyoruz. [1]’e bakınız, 6. cilt, ayrıca [2]’ye bakınız.

Afanasiy  Nikitin  kitabını  şu  sözlerle  bitirmektedir:  “Tanrının  lütfu  ile  üç  denizi geçtim. Digır hudo dono, Ollo kurucu dono, amin; smilna rahmam ragım, Ollo akber, akşi hudo ilello akşi hodo, İsa ruhollo aaliksolom; Ollo akber ailagaila illello, Ollo kurucu ahamdu lillo şukur hudo afatad; bismilna girahmam rragım: huvomu-gulezi lailaga illagua alimul gyaibi vaşagaditi; huarahmanu ragımu huvomohlazi la ilaga illagua almeliku alakudosu asalomu almuminu almugaminu alazizu alçearu lmutakan biru alhaliku albariyu almusavriyu alkafaru klkaharu alvahadu alryazaku alfatagu alalşmu alkabizualbasutu alhafizu alrrafiyu almavifu alryazaku alfatagu alalşmu alkabizualbasutu alhafizu alrrafiyu alsemiyu alvasiryu alakamu aladyulu allatufu. Tanrım kölene yardım et.” [95], s.31-32. Nikitin’in kitabından alınmış olan bu sayfanın resmi için res. 5.17’ye bakınız.

Afanasiy Nikitin burada Kuran’dan aldığı ifadeleri kullanmaktadır. Mesela “İsa ruhollo” = “İsa ruh Allah”, yani “Allah’ın ruhu İsa” demektir. Kuran’da İsa Mesih’ten bu şekilde bahsedilmektedir [95], s.205.

Bütün bunlar Rus’un Skaliger-Miller tarihine hiç uymadığı halde, bizim yapılandırmamızın yardımı ile mükemmel bir şekilde açıklanmaktadır.

 

9. YENİÇERİLER

Osmanlıların-Atamanların öncü ordusu, ezici çoğunluğu, bilindiği gibi SLAV olan ünlü YENİÇERİLER idi [34], s.48. Tarihçiler bu (onların versiyonlarına göre) şaşırtıcı keyfiyete aşağıdaki, fazla basit olduğunu düşündüğümüz direkt açıklamayı uydurdular. Onlar “Evet” diye söylüyorlar, “Yeniçeriler gerçekten Slav idi.” Ama bunlar “gerçek” Slavlar değil tutsak edilmiş olan, çocukluklarından beri Türk ortamında yetiştirilmiş olan Slavlar idi. Yani tümüyle “türkleştirilmiş” olan insanlar idi. Tamam, öyle olsun. Ama o zaman yeniçerilerin herhalde TÜRK isimlerinin olması lazımdı.

Ama aniden yeniçerilerin isimlerinin hiç de Türk olmadığı ortaya çıkıyor. O zaman hangi milletin isimlerine sahiptiler ki? Türk tarihçisi Celal Esad’ın kitabına bakalım [41]. Bu konuda şunu bildirmektedir: Konstantinopolis’e son hücum gerçekleştirilirken Osmanlılardan- yeniçerilerden   biri   ayrı   bir   kahramanlık   göstermişti.   İsmi   Hasan   Ulu   Abadlı   idi. Okuyucumuza soralım: Burada garip bir şeyin olduğunun farkında mı? Büyük ihtimalle hayır. Soylu Müslümanlardan çıkan ve meslekten asker olan TÜRK tarihçisi Celal Esad Bey ise

burada belirgin bir çelişki bulmuştu [41], s.9. “Gammer, bu askerin YENİÇERİ olduğunu söylüyor. Ama Ulu Abadlı ismine göre TÜRK İDİ” diye yazmaktadır [41], s.53. O zaman nasıl  bir  sonuca  varıyoruz?  Celal  Esad  burada  şunu  iddia  etmektedir:  YENİÇERİLERE TÜRK   İSİMLERİ   KONULMAZDI.   “Peki,   o   zaman   onlara   hangi   milletin   isimleri konulurdu?” diye soracağız. Bizim yapılandırmamız “Rus isimleri” diye cevap veriyor. İvan, İgor, Michail, Svyatoslav vs. gibi isimler. Ve Celal Esad bunu çok iyi biliyordu. İşte bundan dolayı ismi Türk olan bir kahramanın yeniçeri olmasının mümkün olmadığını bildirmişti. Mesela, ünlü Türk yeniçerilerinden birinin ismi şöyle idi: “YENİÇERİ MİCHAİL, Ostrovitsa’dan bir SIRP” [50], 5. cilt, s.111.

Ayrıca Orta Çağ döneminde yaşayan Bizans İmparatorlarının özel muhafızlarının RUS oldukları ortaya çıkıyor. XIX.  yüzyılda  yaşayan  Alman tarihçileri şunu bildirmektedirler: “BU  RUSLARDAN  FİLO  KOLU  OLUŞTURULMUŞ,  SONRA  İSE  İMPARATORUN ÖZEL MUHAFIZ KOLU DA OLUŞTURULMUŞTU: VAREGLER” [50], 5. cilt, s.77. Böylelikle buradan Bizans İmparatorlarının RUS ÖZEL MUHAFIZLARINA VAREGLER denildiğini öğreniyoruz.

Sonuçta meşhur Rus tarihçisi Granovskiy’in daha önce vermiş olduğumuz sözlerini bir kez daha hatırlatalım: “Sultanın EN İYİ PİYADESİ AVRUPA’DAYDI; BU PİYADENİN ASKER BİLEŞİMİ TUHAF İDİ. YENİÇERİLER,.. Varna, Kosovo Savaşları gibi BÜTÜN BÜYÜK SAVAŞLARI KAZANMIŞLARDI. Konstantinopolis’i ele geçirenler de onlar idi. Demek ki, TÜRK SULTANI HRİSTİYAN NÜFUSU SAYESİNDE KUDRETİNİ SÜRDÜRMEKTEYDİ.” [34], s.48.

XIX.  yüzyılda  yaşayan  Alman  tarihçileri  şunu  bildirmişlerdi:  “Türklerin  çoğunun HRİSTİYAN anneleri, ya da ırkları Moğol olmayan anneleri vardır. ” [50], 5. cilt, s.140.

Acaba din ayrıldıktan ve Türkiye Müslümanlığa geçtikten sonra, yeniçerilerin eski Slavlığı  ve  Hristiyanlığı,  SONRAKİ  Türk  sultanlarının  onlara  karşı  tutumlarının değişmesinde belli bir rol oynamamış mıydı? En azından XIX. yüzyılın başlangıcında TÜRKİYE’DEKİ YENİÇERİLER KILIÇTAN GEÇİRİLMİŞTİ. Celal Esad’ın bildirdiği gibi, İstanbul’da 1826 yılında II. Mahmud tarafından YENİÇERİ OCAĞININ YOK EDİLMESİ HAKKINDA KARARNAME ilan edilmiştir [41], s.253. Sultan II. Mahmud OTUZ BİN TANE YENİÇERİYİ İDAM ETTİRMİŞTİR [90], s.47.

Bu arada yeniçerilerin Hipodrom’a sinsice kandırılarak çekildikten sonra topların PEŞREVLERİNE tutuldukları bildirilmektedir [50], 5. cilt, s.176; [90], s.47. Böylelikle, bu olaydan   on   beş   yıl   önce   Mısır’da   Memlükler   ile   gerçekleştirilenler   tekrarlanmıştı. Memlüklerin yok edilmesi için onlar da (güya öyle yemeği yemeleri için) tuzağa düşürülüp topa tutulmuşlardı. Herhalde iktidara yeni gelenler tecrübeli askerlere yaklaşıp onları “açık olarak” ele geçirmekten korkuyorlardı.

Res.5.18’de askerî Türk geçit törenine katılan yeniçerilerin resmini gösteriyoruz. Yeniçeriler tabur olup yürüyorlar, yöneticileri ise önlerinde atlara binip ilerliyorlar. Daha sonraki döneme ait olan başka bir resimde, XIX. yüzyılın başlangıcına ait olan Türk askerî kıyafetleri  gösterilmiştir, res.5.19.  Aynı  zamanda bu  resimde elinde  kılıç olan  yeniçeriyi görüyoruz. Her iki resimdeki yeniçeriler Zaporojye Kazaklarına çok benzemektedirler. Tipik Slav yüzleri vardır, res.5.20.

Res.5.21’de ata binerken tasvir edilen Sultan II. Mahmud’un çok enteresan iki portresi gösterilmiştir. Birincisi yeniçeriler 1826 yılında yok edilmeden önce, ikincisi ise yeniçeriler yok edildikten sonra yapılmıştır. Yeniçeriler daha varken yapılmış olan birinci portrede Sultan’ın  üzerinde  geleneksel  Osman=ataman  kıyafetleri  vardır.  Yeniçerilerin  artık  yok edilmiş oldukları dönemde yapılan ikinci portrede ise Sultan’ın üzerinde Avrupa giysileri vardır. Sakalı Avrupa modasına göre kesilmiştir. Portrelerdeki diğer detaylar uyuşmaktadır. Herhalde ikinci portre Sultan sarayındaki geleneklerin kökten değiştirilmiş olduğunu göstermek amacıyla birinci portrenin yerine yapılmıştır. Türk ordusunun eski Slav çekirdeği olan yeniçerilerin 1826 yılında yok edilmesinin, Türk sultanlarının yeni kuşağının Slav Orda geçmişlerinden ve Slav-ataman geleneklerinden vazgeçmiş olduklarının alameti olduğunu net olarak görüyoruz. O dönemde Sultanlar Batı Avrupa’da onun bir taklidini aramaya başlamışlardı.

Bütün bunların Pugaçyov yenildikten ve Moskova Tartariyası bozguna uğratıldıktan sonra [10], [11], [1], 4. cilt, [2]’ye bakınız, hatta Memlükler Mısır’da yok edildikten sonra ortaya çıktığını kaydedelim [9]; [1], 5. cilte bakınız. Yani Orta Çağ dönemindeki Büyük = “Moğol” İmparatorluğu bozguna uğratıldıktan sonra. Herhalde bundan sonra Sultan sarayının direnci nihayetinde “kırılmıştı”. Türkiye, “yeni Batı Avrupa düzenine” uygun olan yolu takip eder olmuştu. Ama İstanbul bu yola çıkmadan önce yeniçerileri yok etmek zorunda kalmıştı.